Hakikat Arayışında Augustinus ve Gazali'nin Yöntemleri ve Görüşlerinin Derlemeci Bir Yöntemle Karşılaştırılması
MURAT CANVER
GİRİŞ
İnsan
etkileyen ve etkilenen varlıktır. Ancak etkilemesi etkilenmesine bağlıdır.
Etkilenme etkilemeye göre önceliklidir ve bu çalışma için de önem bakımından
öndedir. Zamansal açıdan önce olan ve “etkileyen” konumunda olması kendisinden
sonra gelen Gazali’ye göre zorunlu olan Augustinus her başlık altında önce
incelenecek olup, konu açısından önceliğimiz “etkilenme” olduğundan dolayı da
çalışmanın merkezinde Gazali duracaktır.
Bir çok
Müslüman filozofun Yunan etkisi ile fikirlerini olgunlaştırdığı bilinen bir
gerçektir. Felsefenin İslam coğrafyasında doğuşu ve gelişimi Yunan kaynaklar
vasıtası ile olduğuna göre bu etkilenme elbette ki kaçınılmazdır. Felsefeyle
temas Müslüman düşünürlerde, onu ‘yitik malı’ gibi benimseyip alanlarla, ona
tümüyle karşı çıkan ve kısmen karşı çıkanlar olarak ayrılmayı zaruri kılmıştır. Ancak etkilenme
söz konusu olduğunda karşı çıkanlar da dahil olmak üzere tüm Müslümanları
kapsayan bir süreçtir. Reddedenler dahi felsefenin konularıyla iştigal olmak
zorunda kalmıştır. Bir takım mevzular kelam ilmine dahil olmuş, kelamın konusu
derinleşmiş ve metodu gelişmiştir. Bu nedenle saf ve tek merkezli bir düşünce
yapısı yoktur ve hiçbir zaman olmamıştır. Arı bir düşünceyle Kur’an’a yönelip, istifade etmek ve kendini
sadece O’ndan hareketle inşa etmek bir insan için mümkün değildir. Aynı durum
Yunan metinleriyle karşılaşma süreci için de geçerlidir. Her insan gibi bu
metinlerle muhatap olan filozofların da zihinleri tabula rasa değildi. Kendi dünya görüşleriyle bu yeni görüşleri kıyasladılar,
eleştirdiler, şerh ettiler, doğruladılar, reddiyeler yazdılar. Kısacası
reddedilenler de dahil olmak üzere zihin dünyalarına yeni kavramlar ve mevzular
dahil oldu. Artık bu kavramlar ve mevzular da düşünce geleneklerinin bir
parçası olmuştur. Gazali de bu düşünürlerden biriydi.
Gazali’nin
yakın dostlarından biri olan Ebu Bekir İbn’ul Arabi O’nun filozoflarla içli
dışlı olduğunu, onlardan uzaklaşmak isteyip başaramadığını ifade eder.[1] Yine
aynı şekilde Gazali’nin . kendi döneminde ilim dünyasınca bilinen filozofları
bildiğini, onlardan metodik iktibaslar yaptığını biliyoruz. Bedevi şöyle der:
“…Bütün bunlar, Proklos’un delillerinin ve İôannês
Philoponos’un reddiyesinin İslâm âleminde yaygınlığının boyutunu
göstermektedir. Dolayısıyla,
el-Ġazzālī’nin Proklos’un delillerini ve İôannês Philoponos’un reddiyesini
bilmesi çok doğaldır. El-Ġazzālī’nin Tehāfutu’l-Felāsife isimli
kitabında Proklos’un ve İôannês Philoponos’un isimlerini anmamış olması aleyhte
bir kanıt oluşturmaz. Zira el-Ġazzālī kaynaklarını zikretmemektedir. “ [1]
Yine
Bedevi’nin makalesine göre Gazali’nin Proklos, Hermes ve Plotinos gibi
filozoflardan gerek felsefi yöntem olarak gerek üslup olarak etkilendiği
açıktır. Bedevi, Gazali’nin felsefecilerle kelamcıları birbirine yakınlaştırmak
istediğinden bahseder. Bu da ister istemez O’nun düşüncesinde metafizik ile
ilahiyatın iç içe geçmesini getirmiştir. Bedevi şöyle devam eder:
“Birisi, öyleyse, “el-Ġazzālī’de yeni olan nedir?” diye
bir soru sorabilir. Cevap açıktır: el-Ġazzālī’de yeni olan, (öncelikle),
Plôtinosçu felsefe ile İslâm inancını birbirine yaklaştırmaya dayalı bir
metotla Kur’an ayetlerini tevil ederek ikisini birbirine bağlamaktır.
(İkincisi), bu Yeni-Eflatuncu düşünceleri, saf İslâmî bir kisvede
göstermesidir. Bu esnada, onun Kur’an ve sünnetten, İslâmî olmayan hiçbir
etkinin söz konusu olmadığı biçimde, katışıksız olarak beslendiği izlenimi
doğmaktadır. (Üçüncüsü), özellikle, kendisinin felsefî açıdan en önemli kitabı
saydığı Mişkātu’l-Envār’da, Kur’an ve sünnetle çok güçlü biçimde
irtibatlandırdığı ayrıntılar ve tahliller oluşturması, Yeni-Eflatuncu felsefede
gizli olan sonuç ve fikirleri üretmesidir. O bunları ortaya koymayı ve hakkıyla
tahlil etmeyi başarabilmiştir.”
Bedevi’nin
makalesinde bir çelişki var gibi görünmektedir. Daha önce “Gazali kaynaklarını
zikretmemektedir” diyen Bedevi, daha sonra Aziz Augustinus ve Yahudi
Philon’da görülen Yunan felsefesinin
İbrahim(a.s.) ve Musa(a.s.)’ın sahifelerinden alındığı fikrini ifade etmesini,
onların eserlerine dair Arapça bir tercümenin olduğu bilgisinin olmamasından
dolayı, Gazali’nin büyüklüğü ve orjınalitesine dayandırarak, etkilenmeyi göz
ardı eder ve şöyle der:
“…el-Ġazzālī, daha önce Yahudi Philôn ile Aziz
Augustinus’un da söylediği gibi, ‘Yunan felsefesi İbrahim ve Musa’nın sahifelerinden
alınmıştır. Yunan filozofları felsefeyi İbrahim ve Musa’nın sahifelerinden
öğrenmiştir ve ona farklı isimler vermişlerdir’ şeklindeki meşhur delili
zikrederek felsefeyi dine yaklaştırmaktadır. Daha önce Philôn ve sonrasında
Aziz Augustinus’tan başkasının söylemediği zannedilen bu görüşün, bir Müslüman
düşünür tarafından benimsendiğine ilk kez tanık oluyoruz. Bu iki düşünürün
eserlerinden, el-Ġazzālī’nin bu ikisinden etkilenmesine dayanak teşkil
edebilecek herhangi bir şeyin Arapça’ya tercüme edildiğini de bilmiyoruz.
El-Ġazzālī, “büyük akıllar ortak noktada buluşur” sözünü ispat edercesine,
diğer iki semavî dine mensup iki âlimin kendisine iştirak ettiği bu sözü,
sadece engin ufku dolayısıyla söylemektedir.”
Yine de “…herhangi bir şeyin Arapça’ya tercüme edildiğini
de bilmiyoruz…” ifadesi Gazali’nin Augustinus’u öğrenmiş ve O’ndan
etkilenmiş olma mümkünlüğünü de barındırır. Sonuç olarak etkilenip, etkilenmeme
meselesini açık edecek yegane somut gerçeklik görüşlerin paralelliğiyle ortaya
çıkabilecektir.
Bu makale aşağıdaki bölümlerden
oluşacaktır:
-Arayış
-Varlık Görüşleri
-Bilgi Görüşleri
Arayış
kısmında iki düşünürün de hakikat arayışındaki yöntemleri ele alınacak,
benzerlikler ve farklılıklar ortaya konmaya çalışılacaktır. Tabii olarak
insanın hakikat arayışındaki yöntemini belirlemek için onun bu arayışı
gerçekleştirdiği yaşamına değinmek gerekir. Dolayısıyla arayış kısmında
biyografiler sunulacaktır.
I
ARAYIŞ
Burada
arayıştan kasıt hakikat arayışıdır. Hakikati bilmek varlığı bilmektir. Burada
Epistemoloji ve Ontoloji yan yana durur. Çünkü hakikati yani varlığı bilmek
doğru bilgiye ulaşmak problemini de beraberinde getirir. Biz burada iki
düşünürün hayatlarının hakikat arayışı ile ilgili noktalarına temas ederek
sunacağız.
I.1.Augustinus
Tanrım nasıl oluyor da seni arıyorum?
Çünkü Tanrı’m seni
aradığımda aslında mutlu yaşamı arıyorum. Ruhumun yaşaması
için
seni arayacağım. Çünkü
bedenim ruhum sayesinde, ruhum da
senin sayende yaşıyor.(İtiraflar)
Aurelius
Augustinus (354-430) Kuzeybatı Afrika’da Thagaste’de doğdu. Babası bir Romalı
subay ve pagan, annesi Hıristiyan, dindar, ince ruhlu bir kadın, oğlu üzerinde
derin etkisi var. Ateşli mizacı Augustinus’a büyük iniş çıkışları olan, içinde
sert çalkantılar yaratan bir hayat yaşattı: Önce, gününün Romalı gençleri gibi,
kendini zevk ve sefaya verdi; bu sıralarda Romalı filozof ve yazar Cicero’nun
yapıtlarını-özellikle “Hortensius”u- okuyunca felsefeye merak duydu; bir aralık
Mani dinine (manilik, manikheizm) girdi; bu din kendisine bu dünyadaki
“kötünün” nereden geldiğini-bu sıralarda başlıca kaygısı olan bu soruyu-
açıklıyor gibi geldi. Mani dininin gerçeğe aykırı düşünüşünü görüp anlayınca bu
dinden ayrılıp şüpheciliğe (Yeni Akademia Skepsisi) geçti. Ama, Platon’un özellikle
de Plotinos’un yazdıklarını okuyunca şüphecilikten kurtuldu. Platon
felsefesiyle Yeni-Platoncu öğretinin tesirleri üzerinde çok derin oldu; bu
etkiler bundan böyle bütün ömrü boyunca sürdü. En sonunda Milano Psikoposu
Ambrosius’un etki ve aracılığıyla Hıristiyan oldu(387). Kilise hizmetine girip
psikoposluğa kadar yükseldi. Bu yerde ömrünün sonuna kadar Hıristiyanlığın
birliği için uğraştı; sapkın (heretik) öğretilere karşı (Pelagianisme*,
manikheizme** ve şüpheciliğe*** karşı) büyük bir tutku ile savaştı. [5]
Augustinus bir
yandan sapkın akımlarla mücadele ederken, bir yandan da Hıristiyan teolojisini
yeniden diriltiyordu. İlk günah, düşme, tarihin sonu gibi kavramları
kökleştiren Augustinus, İznik konsilinde kabul edilen Teslis doktrinini de De Trinitate adlı eseriyle tamamlayarak,
Hıristiyan teolojisine etkisi bugünlere ulaşan katkıları olmuştur. [6]
Augustinus,
antikçağ Hıristiyanlığının en büyük ve son savunmasını Civitas Dei adlı eserinde yapar. O bu eseri Roma’nın Gotlar
tarafından işgal edilip yağmalandığı siyasi bir buhran ortamında meydana
getirmiştir. Dönemin politik şartları üzerinde oldukça etkili olmuştur.
Nihayetinde, içsel görüş ve aydınlanma ile bireyde beliren hakikat, toplumun da
mutluluğunu Tanrı’nın Devleti’nin karşılığı olan idealize edilmiş toplumda
sağlar. Augustinus’da Hıristiyanlık teolojisini yeniden yorumlamada bir dönem
içinde bulunduğu Maniliğin etkileri vardır. Bireydeki içsel aydınlanma ve Tanrı
devleti, Manilikte aydınlığın ülkesi ile karşılık bulurken, soydan gelen günah ve
yeryüzü devleti de, karanlığın ülkesi ile belirir.
I.1.1.Eserleri
Contra Academicos
“Akademiacılara karşı” – Şüpheciliğe karşı çıkış yazısı
De Beata Vita “Mutlu
Yaşayış Üzerine” – Gerçek mutluluğun ancak Tanrı bilgisinde elde
edilebileceğini gösterir.
De Ordine – Tanrısal
dünya düzeninde iyi ile kötünün yeri üzerine bir inceleme
Soliloqua
”Söyleşiler” – Özellikle ruhun ölümsüzlüğü üzerinde durur
De Libero Arbitrio ”Özgür
seçme istenci üzerine”
De Civitate Dei “Tanrı
Devleti Üzerine” – Tanrı metafiziği, Tanrı devleti ile yeryüzü devletinin
insanlık tarihindeki savaşını anlatır.
De Trinitate “Üçlü Birlik
Üzerine” – Yalnız teolojik bir eser değil, ruh metafiziğini de anlatır
Confessiones
“İtiraflar” – Hayatının öyküsü
Retractiones “Geriye
bakışlar” – araştırmalarının bir gözden geçirilmesi
*Pelagianisme: 400 yılı
sıralarında Pelagius adında İrlandalı bir keşişin kurduğu tarikat. Bu tarikata
göre soydan gelen günah (ilk günah) yoktur. İnsan kendi özgür istenci ve doğal
yetenekleriyle mutlu olabilir, ayrıca Tanrısal inayete ihtiyacı yoktur.
** Manikheizme: İranlı Mani’nin
(215-275) kurduğu din. Bir dönem Hıristiyanlık için korkulu bir rakip oluyor.
Eski Mezapotomya, İran, Hint ve gnostik Hıristiyan din görüşlerinin fantastik
bir karışımı olan sert dualist bir öğretisi var: Bir yanda kötü ilkesi
(karanlığın ülkesi), diğer yanda iyi ilkesi (aydınlığın ülkesi) var. Bunlar
birbirleriyle sürekli savaş içindeler. Bu savaş insan ruhunun içinde olup
bitmekte.
***Şüphecilik: Yeni Akademia
Skepsisi. Platon’un Akademia’sı M.Ö. 3. yy.’dan beri antik şüpheciliğin merkezi
olmuştu.
I.2.Gazali
Çocukluğumdan beri
her şeyin iç
yüzünü kavramaya karşı
içimde duyduğum, benim
huyum ve karakterim olmuştur.
Ömrümün ilk yıllarından itibaren bu tutum benim yaratılış hamuruma Allah
tarafından katılmış
bir özellik, bir içgüdü olmuştur.
(Munkız)
Ebu Hâmid
Muhammed b. Muhammed b. Ahmed' (H. 450/505/m. 1058-1111) Tus şehrinde doğdu.
Yaşadığı yüzyıl siyasî bakımdan çalkantılı, fakat ilmî ve dinî hayat bakımından
İslâm dünyasının ve hatta o günkü dünyanın en parlak dönemini teşkil eder.
Ayrıca Gazâlî, yalnız döneminin değil, bütün İslâm düşüncesi tarihinin en önde
gelen düşünürlerindendir. Ehl-i sünnet inancına yaptığı hizmet, kendisine
Huccetü'l-İslâm lakabının verilmesine sebep oldu. Fıkıhta Şâfiî, kelâmda Eş'ariyye
ekolünü benimsemiş olan Gazâlî ömrünün sonlarını tasavvufî bir hayat içinde
geçirdi.
Gazâlî; kelâmcılar,
sûfiyye, bâtinîler ve özellikle yunan kaynaklı felsefe dahil, devrinin bütün
düşünce şekillerini olabildiğince tahlil ve tenkitten geçirdi (De Boer,
İslam'da Felsefe tarihi, Çev, Yaşar Kutlay s. 109).
Gazâlî'nin en
mühim yönlerinden biri de, felsefe ile olan ilişkisidir. Onunun felsefe
çalışması, İslâm düşüncesinde ve ilâhiyat alanında kendisinden sonra gelen
düşünürlerin ve düşünce alanlarının her birinde etkili olmuştur. Bu konuda
kullandığı metot ise, felsefesine karşı olduğu, Aristo mantığını kabul ederek
ve felsefeyi yakından tanıyarak, felsefe tenkitçiliği şeklinde ortaya çıkar.
(W. Montgommery Watt, İslâmî Tetkikler, İslâm Felsefesi ve kelâmı, çev.
Süleyman Ateş, Ankara 1968, s. 108 vd.).
Gazalî'nin bir felsefe tenkitçisi olarak İslâm dünyasında derin etkisine ek olarak, onun "şüphe, hakkı götürür." prensibiyle Fransız düşünürü Descartes'e "Sebep ile sonuç arasında zorunlu bir bağlılık yoktur" düsturu ile David Hume'a ve "Aklın bütün meseleleri kavrayamadığını" ileri süren ilkesiyle de Alman düşünür Kant'a öncülük ettiği söylenir (Cavid Sunar, İslâm Felsefesi Dersleri, Ankara,1967, s. 115).
Hayatının
sonlarında yazdığı ve bir otobiyografik eser olan el-Munkız'u mine'd Dâlâl'de Gazâlî kendi zihnî ve ruhî durumunu
anlatır. Burada derin ve hakikati arayan bir şüphe sergilenir. O, bu yıpratıcı
şüpheden Allah'ın lütfu ile kalbine attığı bir nur yardımıyla kurtulur.
Böylece, apaçık hakikatleri aklın, akıl yürütmenin ve mantığın yardımı
olmaksızın yani delilsiz ve ispatsız bir şekilde birdenbire kavraması mümkün
olmuştur (Gazâlî, el-Munkız, s. 8), Allah'ın kereminden gelen bu nur ile
gerçeğe ulaştıktan sonra, kendi zamanındaki hakikat araştırıcılarını bu sahip
olduğu ölçüye göre dört sınıfa ayırır ki, bu tasnif, İslâm düşüncesindeki ana
ekollerin bir eleştirisi demektir.
a) Kelâmcılar
a) Kelâmcılar
b) Felsefeciler (felâsife): Kendi
gayretleriyle araştırdığı felsefede Gazalî filozofları üç ana grupta toplar:
1-Dehriyyûn(Materyalistler)
2-Tabîiyyûn(Natüralistler):
3-İlâhiyyun
c)Bâtinîler
d)Mutasavvife
Gazali’nin filozofları tenkidi İslam dünyasında Eş’ari kelamını kuvvetlendirmeden başka büyük tesir yapmadı. Halbuki Latince çevirileri yardımıyla batıda sonraki yüzyıllarda büyük tesir yaptı. Miguel Asin Palacios’un gösterdiği gibi, rahip Ramon Marti bu çevirilerden ilham aldı. Metinden büyük bir şey değiştirmeden, fakat yazarın adını zikretmeden Pugio Fidei’sinde Gazali’den bir çok parçalar aldı. Pascal da bu rahibin adını zikretmeden Pensees(Düşünceler)’de ondan faydalandı. Gazali ile Pascal arasındaki fikir akrabalığı buradan gelir. Saint Thomas da Gazali’nin bir çok fikirlerini ya Latince çevirilerden ya da Ramon Marti vasıtasıyla kullandı. Ortaçağın sonuna doğru Gazali tesiri daha büyüktür. 14’üncü yüzyılda üç şüpheci filozof Peter d’Ailly, Nicolaus d’Autricourt, Guillaume d’Occam sebeplik konusunda Gazali’den yardım aldılar. Çağdaş filozoflar arasında Gazali’ye en çok benzeyen Kant ve İskoçya ekolü veya imancılık felsefesidir.[7]
13’üncü yüzyılda
Ramon Llull Compendium Logicae AlGazalis
adında Gazali mantığı ile ilgili bir ders kitabı hazırlamıştır. Llull
Descartes’i, Descartes ise modern mantığın kurucusu olan Leibniz’i
etkilemiştir. Llull’un ayrıca Gazali’nin Munkız’ına
benzer Vita Coaetanea (Günlük Yaşam)
adlı otobiyografik bir eseri vardır.
Gazali’nin
bazı görüşleri ile paralellik bulunan filozoflardan diğerleri de şunlardır:
Malebranche, Emile Boutroux, Spinoza, Bergson. [7]
I.2.1.Eserleri,
İslâm dini ve
düşüncesinin hemen her alanı ile ilgili olduğu gibi, her zihin seviyesindeki
insana hitab edecek şekilde de hem yaygın hem yüksek bir özelliğe sahiptir.
Başlıcaları;
İhyâ'ü-Ulûmi'd Dîn: Şam'da inzivada bulunduğu sırada yazdığı,
İnanç, ibadet ve tasavvufa dair konuları içine alır.
El-Munkız'u-mine'd-Dalâl: Düşünce hayatını ve kendisinin geçirdiği
ruhi-manevî merhaleleri anlattığı eseridir. Bu eser değeri bakımından
Augustin'in "İtiraflar"ına; Descartes'in "Metod üzerine
Konuşma" sına ve Rousseau'nun "itiraflar" ına benzetilir (Hilmi
Ziya Ülken, İslâm Felsefesi-Kaynakları ve Tesiri, İstanbul, 1967, s. 120).
Mekâsıdu'l-Felâsife: Felsefenin mahiyetini ve filozofların
delillerini sergiler.
Mi'yâru'l-İlm ve Mihakkü'n-Nazar: Bu iki eser, klâsik mantığın temel problemlerini sergiler.
el-İktisad fi'l-i'tikad, İlcamu'l-Avâm an ilmi'l-Kelâm, Mizânu'l-Amel, Mişkâtu'l-Envâr, Cevâhiru'l-Kur'ân, er-Risâletü'l-ledunniyye Faysalu't-Tefrika, Kimyayı Saadet, Mearicü'l-Kuds, el-Mustasfa isimli eserleri ise Kelâm, tasavvuf ve ahlâka dairdir. Gazzâlî, sözü geçen eserleriyle İslâm inanç ve düşünce hayatının günümüze kadar gelen meselelerinin hemen hepsiyle ilgilendiğini göstermektedir.
Mi'yâru'l-İlm ve Mihakkü'n-Nazar: Bu iki eser, klâsik mantığın temel problemlerini sergiler.
el-İktisad fi'l-i'tikad, İlcamu'l-Avâm an ilmi'l-Kelâm, Mizânu'l-Amel, Mişkâtu'l-Envâr, Cevâhiru'l-Kur'ân, er-Risâletü'l-ledunniyye Faysalu't-Tefrika, Kimyayı Saadet, Mearicü'l-Kuds, el-Mustasfa isimli eserleri ise Kelâm, tasavvuf ve ahlâka dairdir. Gazzâlî, sözü geçen eserleriyle İslâm inanç ve düşünce hayatının günümüze kadar gelen meselelerinin hemen hepsiyle ilgilendiğini göstermektedir.
I.3.Değerlendirmeler:
Her
iki düşünürün de dönemleri siyasi krizlerin olduğu dönemlerdir. Augustinus
Roma’nın Gotlar tarafından işgal ve yağma edildiği bir dönemde bu olayın
tesiriyle Tanrı Devleti’ni kaleme
almıştır. Roma’nın son dönemlerine tekabül eden yaşamı politik buhranların yoğun
yaşandığı bir aralıktadır. Gazali ise güçlü Fatımi propagandasına karşı Ehl-i Sünnet inancını savunmuş, İsmaililer’e
karşı el-Mustazhir adlı bir eser
kaleme almıştır. Onun döneminde Hasan Sabbah güçlü bir yapılanmaya sahipti ve
Selçuklu otoritesini tehdit etmekteydi. İlk Haçlı Seferleri de yine Gazali
döneminde gerçekleşti.
Augustinus
Hıristiyanlıkça sapkın olarak görülen akımlarla mücadele etti. Pelagianizm,
Manilik ve Şüpheciliğe karşı Hıristiyanlık savunması yapmış, onları eleştirmiş
ve Hıristiyan itikadının temellerinde büyük bir etkiye sahip olmuştur. Gazali
ise gerek İslam dairesi dahilinde gerekse haricinde olmak üzere bir çok ekole
eleştiriler getirmiş ve bir İslam savunmacısı ve ihyacısı olmuştur. O, Ehl-i
Sünnet’e, Sufizmle harmanlayarak dinamik bir canlılık getirmiştir.[8]
Her
iki düşünürde de görülen bir başka benzerlik felsefe ve dinin sentezi fikridir.
Augustinus Yeni Platoncu felsefe ile Hıristiyanlığı tek bir Hıristiyanlık
hikmeti içerisinde eritmeye çalışmştır:
“…Bonaventura
da Augustinus gibi teoloji ve felsefe arasında keskin bir ayrım yapmaktan
ziyade teolojik ve felsefi konuları tek bir Hıristiyan hikmeti içinde birleştirmeye çalışır…” [2]
Gazali
Felsefeye karşı dini savunurken, dini kavramlara felsefi bir hüviyet
kazandırmış, hatta bazı felsefi kavramları da İslamileştirerek iki görüşü
birleştirme çabası içerisinde olmuştur. Bununla ilgili İbn Rüşd şöyle der:
“Gazali’nin
yaptığı gibi şairane,
hatabi ve cedeli tasvirler kullanılarak tevil anlatılırsa: bu hem şeriata hem de hikmete (ve felsefeye) karşı işlenmiş bir hata olur. Bu işi yapan zat, bu hareketiyle hayır kastetmiş olsa bile hal budur. Çünkü o bu hareketiyle ilim
ehlini çoğaltmayı gayret edinmiş ama bu tutumu ile ilim ehlini değil fesat ehlini çoğaltmıştır. Bunu vesile yapanlardan bazıları hikmeti (ve
felsefeyi) kötülemişler, bazıları
bilakis şeriatı kusurlu görmüşler, diğer bazıları
ise her ikisini cem ve telif etmek istemişlerdir.
Gazali’nin yazdığı eserlerde
güttüğü maksatlardan birinin bu olması
kuvvetle muhtemeldir.”[4]
II
VARLIK GÖRÜŞLERİ
Aristoteles'te varlık olmak
bakımından varlığı, varlıksal nedenleri inceleyen bir bilim olan prote-philosophia
-varlık felsefesi- ortaçağa gelindiğinde Tanrı'yı, Tanrı'nın var olanların yaratıcısı olduğunu kanıtlayan
bir bilgi alanı olur. Artık soruşturulan varlığın yapısının ne olduğu değil
nasıl yaratıldığıdır. Dolayısıyla da, nedenlerden yalnızca var olan her şeyin nedeninin ne olduğu
anlamında söz edilir. Oysa Aristoteles'in nedenleri teklerin nedenleridir. Ona göre
bilgelik, kesin ilkeler ile ilk nedenlerin bilgisine sahip olmaktır. Kesin
ilkeler ile ilk nedenlerin bilimi en etkili bilimdir. Çünkü ancak ilk nedenler
bilindiğinde her şey bilinir; ilk ilkeler ile nedenlerin bilgisi en doğru
bilgidir. Bir şeyin bilgisi de o şeyin nedeninin bilgisidir. Nedenlerse dört
türlüdür: I) ousia-nelik anlamında-: II) hyle - madde ya da hypekeime--
non -dayanak-, III) hareketin başlangıcı; IV) iyi olan ya da ereksel neden [3]
Aristoteles'ten yaklaşık altı yüzyıl sonra yaşamış olan
Plotinos prote-philosophiaya bakışı değiştirir. Plotinos'a göre her şey
Bir'den (hen) fışkırır (Yun. proodos, Lat. emanatio, Ar. sudur),
ondan çıkıp, aşağıya doğru iner. Sonra Bir'den türeyen bu varlıklar yeniden
Bir'e dönerler (Yun. epistrophe, Lat. conversio, Ar. uruc). Bir,
bir şey değildir; o her şeyden önce gelir; bir biçimden, düşünülen bir biçimden
bile bağımsızdır (Enn. vı, 9 3). Bir'i insan ne bilgiyle ne de
düşünceyle anlar. Bu fışkırmada öncelik-sonralık vardır. Önce olanların sonra
gelenlerden daha üstün oldukları kabul edilir. Çünkü, sonra gelenler
kendilerinden fışkırdıkları yetkin nedenden uzaklaşmışlardır. "Bir'in
ışığı" daha aşağılara daha az ulaşır. Türeyen şey türeticisiyle aynı
olmakla birlikte ondan daha zayıftır. Çünkü özellikleri türden çıkanda silinir (Enn.
III, 8 5). Veren, yapan ise kendisinden hiçbir şey yitirmeyen verip
yapar. Bu sıralamada en altta madde vardır. Madde saf var olmamadır. İyinin tam
karşıtıdır; tüm gerçeklerin en çirkini, kötülüklerin kaynağıdır. Ne ki, yine de
her eser gibi nedenine benzer. Plotinos maddeyi de cisimli madde ile cisimsiz
madde olmak üzere ikiye ayırır. Cisimsiz madde varlıktır. Cisimli rnaddede
cisim ile madde vardır ama o varlık değildir. Bu daha sonra, Hıristiyanlıkla
iyice belirginleşecek
olan maddesel olanın kötü olduğu düşüncesinin kaynağı olacaktır. [3]
Plotinos, cisimli maddeyi
varlık diye görmediği için Aristoteles'in birincil ousia’larını kabul etmez.
Yalnızca düşünülür madde (Aristoteles'in ikincil ousiaları) ousiadır. Varlık
hakkındaki bu iki görüşten ikincisi, Plotinos'unki Augustinus'u etkileyen görüş
olacaktır.
II.1.Augustinus
Hıristiyan inancının kavramsal yapısını kesin olarak
kurduğu söylenen Augustinus’a göre insan asıl olarak kurtuluşu için
uğraşmalıdır. Yani Tanrı ile ruh hakkında bilgi edinmeye çabalamalıdır. Diğer
konularla uğraşmaksa insanı kibre götürür. Esenlik peşinde koşmayı bilgi
peşinde koşmakla bir tutan Augustinus için doğru bilginin olanaklı olduğunu
söylemek kaçınılmazdır. Doğru bilginin de zamanla değişir bir doğruluğu yoktur.
Zamanla değişmez bir doğruluğun olması, buna karşılık gelen mutlak bir varlığı,
yani Tanrı'yı gerektirecektir. Çünkü Tanrı öncesiz-sonrasız diye kabul
edilmezse mutlak doğru da olamaz diye düşünülecektir. Dolayısıyla Augustinus
hakikat ile Tanrı'yı -varlığı- aynı şey olarak kabul eder. Hakikat Tanrı'dır,
bilgelik Tanrı'dır, mutluluk Tanrı'dır. İtiraflar'da hakikatin ta kendisi,
dünyada ne varsa onların yaratıcısı dediği Tanrı'dır (Conf. ııı 6).
Augustinus'a göre Tanrı bütün var olanları -duyulara verilen,
usu olan, ruhsal, maddesel varlıkları- kendi suretinden yaratmıştır (Confi. vı
3). Böyle olmakla birlikle Augustinus panteist değildir. Bu nedenle de
Tanrı'nın, yani yaratıcının tüm yaratılanlarda hiçbir biçimde bulunamayacağını
ileri sürer (Conf. xıı 20).
Tek tek şeylerin var olmadan önce Tann'da bulunduğunu
söyleyen Augustinus,bu görüşüyle, ortaçağ boyunca sürecek "tümeller
tartışması"ndaki yerini de kavram gerçekçisi olarak belirleyecektir
(universalia sunt ante rem). Tek tek şeylerin varlık nedeni Tanrı'nın onları
bilmesidir (Conf. vıı 4). Tanrı'nın bilmesi tüm evrenin var oluşunun
koşuludur.
Augustinus'un varlık
görüşü, var olanlar arasında bir sıra gözetir. Bu sıraya göre, en üstte değişmez olan, zaman ile uzamın dışında
yer alan cisimsiz, varlık, yani Tanrı ile onun evreni yaratmasına eşlik eden
formlar- Augustinus bunları öncesiz.-sonrasız. ilkeler olarak adlandırır;
şeylerin değişmez, özleridir; oluşturulmamışlardır, Tanrı'nın zihninde hep var
oldukları gibi vardırlar, yani ne varlığa gelirler ne de yok olurlar öte yandan
zaman-mekan içinde oluş ile yok oluşa bağlı her şey bunlara göre olur vardır.
Bu sıranın en altındaysa, olanak halinde bütün var olanları kendinde barındıran
şekilsiz ilk madde, yani Hiç vardır.
Oluş ile değişmeye uğrayan
nesnelere, yani zaman ile uzamda yer alan tek tek nesnelere gelince, bunlar da
Tanrı ile Hiç'in arasında yer alırlar. Ruh ile bedenden oluşmuş insansa tek tek
nesnelerden önce gelir. İnsan ne yalnızca bedendir ne de yalnızca ruh;
ikisinden oluşmuş bir varlıktır. Ruh insanın iyi yanı bedense kötü yanı (CD
xııı 24). Ne ki, insanlardan da ruhlarıyla Tanrı’ya daha yakın olanlar daha
üstte bedenleriyle madde dünyasına yakın olurlarsa diğerlerine bakarak, daha
altta yer almaktadır. Augustinus’a göre insan, melek ile hayvan arasında yer
almaktadır.
Augustinus böyle sıraladığı
var olanları ayrı ayrı dünyalara yerleştirir Meleklerin bulunduğu dünya göksel
dünyadır. İnsanların hayvanların ,tek tek nesnelerin içinde bulundukları
dünyaysa yersel dünyadır. Ne ki İnsanın özel bir durumu vardır: Tanrının
yaratıkları arasında yalnızca insan ruhu olduğu için yersel dünyadan göksel
dünyaya geçebilir, o da tek koşulla –bilgeliğe (sapientia) ulaşabilirse yani
hakikatin kendisi olan Tanrıya kavrarsa.
Augustinus'un varlık görüşü
Plotinos'un varlık görüşüne oldukça benzemekle birlikte (özellikle
"cisimsiz varlık" konusunda Plotinos'tan etkilenmiştir), bu iki
görüşün birbirlerinden ayrıldıkları oldukça önemli bir nokta vardır. Plotinos'un
varlıklar sıralamasında. Bir hariç, sonra gelen varlıklar, önce gelenleri seyre
dalıp taşmakla var olurlar. Bu var olmanın zorunlu koşuludur. Oysa Tanrı evreni
Hiç'ten özgür iradesiyle yaratmıştır.[3]
II.2.Gazali
Gazali’nin
varlık görüşlerine ulaşmak onun pek çok konuda eser vermesini de göz önüne aldığımızda
kolay değildir. O bir eserinde pek çok konuyu işlemiş olup bunların hangisinin
varlık görüşü ile hangisinin bilgi görüşü ile ilgili olduğunu anlamak için
detaylı bir inceleme gerekir. Ancak biz yine de O’nun varlık görüşlerine,
filozoflara metafizik alanında yaptığı itirazlar üzerinden ulaşabiliriz. Bir
konuda itiraz etmek o konuda tartışılan görüşlerden biri üzerinde konumlanmayı
gerektirir. Dolayısıyla Gazali’nin itirazları üzerinden O’nun varlık
görüşlerini anlamak mümkündür. O bu itirazlarını Tehafüt’ül Felasife adlı eserinde toplamıştır. Bu çalışmada Tehafüt incelenmeyecek, o daha detaylı
bir çalışmaya ertelenerek, daha çok ikincil kaynaklara başvurulacaktır.
Gazali, gerçek
ve asıl varlık olarak Allah’ı kabul eder. Gerçek varlık hiçbir varlığa
dayanmaz. Hiçbir şey O’nun sebebi değildir, O’nun sebebi kendindendir. Bu
bakımdan Gazali, asıl varlığın ezeli ve kadim olduğunu söyler.
Gazali, her ne
kadar Allah’a varlık demekte ise de, kendisi bu kelimenin “Halık-Yaratan”a
şamil olmadığını söylemektedir. O’na göre Allah mevcutların en zahiri ve en
Yücesi’dir. Bu bakımdan bilinmesi de en evvel ve akıla en kolay olandır. Onun
varlığı kendi zatındandır. Bu varlık ezeli olduğundan diğer bütün varlıklar
hadistirler. Onun yaratması, kudreti ve iradesi ile meydana gelmişlerdir.
Varlıkları kendilerinden olmayan bu şeylerin hiç birisi kendi kendilerine kaim
değillerdir. Varlıkların garantisini asıl ve mutlak varlıktan alırlar. Gazali,
ilk varlıktan başka her varlığın hakikatte gerçek varlık olmadığını, bunların
zatları itibariyle sırf yokluk olduklarını ileri sürer.
Gazali,
mahiyeti var oluşun bir sebebi değil, lüzumlu bir şartı olarak görmekte ve
varlık ile mahiyetini bir dualite içinde düşünmektedir. Eşyanın hakikatlerini
inkar etmez fakat onların aslen Levh-i Mahfuz’da yazılı bulunduğuna inanır.
O, sebep
mevcut olunca var oluşun başlayacağını, külli sebeplerin aleme sevki ile
varlıkların meydana geleceğini söylemektedir. Bu külli sebepler, alemi idare
eden külli kanunlardır. Bunların da en başında hakiki ve gerçek sebep olarak
Allah’ın hür ve yaratıcı iradesi vardır. Gazali bütün mümkün varlıkların var
oluş sebebi olarak bu yüksek iradeyi gösterir. Alemin ve varlıkların meydana
gelişinde, Allah’ın ilminin, kudretinin ve fiilinin kafi sebep olamayacağını savunan
Gazali, Allah’ın hür iradesini kafi sebep olarak görür.
Gazali,
yaratılışta ilk yaratılan varlığın faal akıl olduğunu, sonra nefsin, daha sonra
da heyulanın ve dış alemin yaratıldığını söyler.
Alem
ve eşya, zaruri bir varlığın mecburiyet duyması ile değil, fakat Allah’ın hür
iradesi ile meydana geldiğine göre, Gazali, kendisinden önce bir çok
filozoflarda görülen sudur fikrini reddetmiş oluyor. [10]
II.3.Değerlendirmeler
İki
filozofun varlık görüşlerine bakılacak olursa teolojinin görüşlerinin felsefi
olarak açıklanmaya çalışıldığı görünür. Onların varlık görüşlerinin merkezinde
Tanrı ilk varlık ve sebep olarak durur.
Augustinus'a göre Tanrı bütün var olanları -duyulara verilen,
usu olan, ruhsal, maddesel varlıkları- kendi suretinden yaratmıştır. Bu düşünce
Gazali’de de görülür (İhya). O sureti sıfatlar olarak açıklar.
Augustinus tek tek şeylerin var olmadan önce
Tanrı’da bulunduğunu söyler. O’na göre hakikat İsa’dır. İsa özdür ve insan
İsa’ya ulaşmaya çalışarak hakikati bulabilir. Gazali ise eşyanın hakikatini
kabul eder, onların bilgisinin Levh-i Mahfuz’da yazılı olduğunu söyler. Burada
Hıristiyanlık’ta Yunan düşüncesinden alınan Logos kavramının İsa’ya tekabül
etmesi gibi, Augustinus’un İsa’sı, Gazali’nin Levh-i Mahfuz’una denk gelir.
Varlık görüşlerinde Yeni-Platoncu
etkiler görülmekle beraber ikisi de teolojiye dayandığı için, farklı kavramları
aynı felsefi düzlemde açıklamaya çalışmış oldukları söylenebilir.
Her iki filozofta da varlık,
Plotinos’un Sudur teorisindeki gibi zorunlu bir taşmayla meydana gelmez, Var
oluş Tanrı’nın hür iradesiyle gerçekleşmiştir.
III
BİLGİ GÖRÜŞLERİ
III.1.Augustinus
Kutsal
Kitap’ın Yeşaya (Isaiah) 7:9 kısmında, Augustinus’un sıkça alıntıladığı
bir metin bulunmaktadır: “İnanmamışsanız anlamayacaksınız”. Bu cümle Augustinus’un
bilgi ve inanç kavramları hakkındaki tutumunu açıklayıcıdır. Augustinus için
bilgi nihai hedeftir. Fakat o noktaya erişmek için kişi ilk önce inanç ile
başlamalı ve yola çıkmalıdır. Çünkü Augustinus’a göre insan günlük yaşantısının
birçok alanında aslında otoriteye ihtiyaç duyar ve hayatındaki birçok gerçek bu
otoritelere inanç sonucu edindiği bilgilerdir. Bu gerçekleri kişi dolaysız
olarak deneyimleyemez, fakat onlara inanır. Dolayısıyla herhangi bir düşünsel
sürece girişilebilmesi için işe önce basit inançlar ile başlamak zorunluluğu
vardır.
Augustinus’un
çizdiği tabloya göre, insan ilk önce en ulu amacı olan ilahi bilgi için inanca
ihtiyaç duyar; bu inanç için de bir iradeye ihtiyaç duymaktadır; fakat bu
iradenin düzgün ve iyi yönde çalışabilmesi için de ilahi bir yardım zorunludur;
dolayısıyla en nihayetinde, başa dönülürse, insan her şeyin başı olan Tanrı’ya
inanç için dahi Tanrı’nın yardımına gereksinim halindedir. İşte Augustinus’un
epistemolojik, etik ve teolojik düşüncelerinin birleşiminden oluşan yapı
böylesi bir kısır döngüye ulaşır.
III.1.1.Ruh
Augustinus’a
göre sahih bilgiye ulaşabilmek için en başta yapılması elzem olan şey
“otoritelere inançtır”. Fakat son tahlilde bu inanç (ya da iman) kişinin
iradesinin yapısı (disposition) tarafından belirlenmektedir. Başka bir deyişle,
bu inancın mümkün olması kişinin iradesinin böylesi bir inanca yönelebilecek
bir yapı ve halde bulunması şartına bağlıdır. Dahası, iradenin bu hal ve yapısı
yalnızca Tanrı’nın lütfu sayesinde istenen şekle gelebilir; zira “ilk günah”
sebebiyle kişilerin iradeleri doğuştan bozukluklar içermektedir ve istenen
(ilgili inanç eylemini gerçekleştirebilecek) nitelikte olmaktan uzaktır. İlgili
ilahi lütuf ise hiç bir şekilde söz konusu kişi tarafından “hak edilmemiştir”,
tersine Tanrı’nın özgür seçiminin bir sonucu olarak tecelli eder.[9]
Augustinus’un
görüşlerinde üç nokta öne çıkmaktadır: (i) kişinin “kendine” dönmesi ve içteki
Ruh’a girmesi; (ii) Tanrı’nın “lütfu” (Tanrı’nın Augustinus’a kılavuzluk ve yardımcılık
etmesi) ve (iii) “aklımın üzerinde” ifadesi.
“içe dönüş” ve
“içsellik” (interiority) deneyimi sayesinde Augustinus ilk defa entelektüel
uğraş ile Hıristiyanlık inancının bağdaştırılabileceği fikrine sahip olmuştur.
“Tefekkür” deneyimi ve pratiği, Plotinos’ta gördüğümüz şekliyle, Augustinus
için çok önemli bir örnek oluşturmuştur. Bu vesile ile Augustinus Tanrı’ya
giden yolda yeni bir alanı (yani Ruh’u) keşfeder ve deneyimler. Dolayısıyla, Augustinus
kendi “felsefi metodunu” bulmuş olur. Yeni “felsefi metodunun” yardımıyla
düşünsel mücadele ve sıkıntılarını aşabileceğini düşünür. “İçe dönüş” yolunu
izleyerek Tanrı ve insan arasında bir ilişki inşa edilebilecektir. Dahası bu
yeni ilişki Hıristiyanlık dininin inançlarına da karşıt olmayacaktır. Başka bir
deyişle, Augustinus’un entelektüel ve dinsel çalışmaları bu şekilde bir uyum
içerisinde olabilecektir.
Augustinus’un
Ruh kavramı, Plotinos’unkinden ciddi ölçüde farklılaşır. Augustinus’un
Hıristiyanlık inancı gereği benimsediği “ilahi olanın ontolojik ayrılığı” fikri
bu farkların en önemlilerinden biridir. Buna göre, ilahi olan hem Ruh’un
içerisinde, hem de “üzerindedir”.
Augustinus’un
Ruh ve “içsellik” kavramları onun Hıristiyan inancına bağlılığıyla birlikte
değerlendirildiğinde görülür ki herhangi bir ilahi nitelik taşımayan Augustinusçu
Ruh Plotinos’un Ruh kavramıyla büyük bir karşıtlık içerir. Dolayısıyla bu yeni
Ruh, kendi “içinde” bulunan ilahi unsur ile iletişime geçmek için farklı bir
yol izlemek durumundadır. Bu zorlukları aşabilmek amacıyla Augustinus iradenin
(voluntas) yanısıra lütuf (gratia) kavramına döner.
III.1.2.İrade
Augustinus’a
göre ruh üç kısımdan oluşur ve bunlar hafıza (memoria), anlayış (intellectus)
ve iradedir (voluntas). Görüldüğü gibi, Augustinus iradeyi ruh
içerisinde kendi başına ayrı bir birim olarak ele alır ve bu onun ilgili kavram
hakkında yaptığı en önemli belirlemelerden biridir. De Trinitate (Kutsal
Üçleme Üzerine - On The Holy Trinity) adlı eserinde, eserin
başlığının da belirttiği gibi, Augustinus bir ilahi üçleme olarak “Tanrı” ile
ruhtaki üçleme arasında bir benzetme yapar. Ruhtaki bu üçlemede, Tanrı
üçlemesinde olduğu gibi, tüm birimler aslında tek bir özdür ve bu anlamda
birliktir. Bu düşüncede de Augustinus’un Hıristiyanlık yorumundaki Mani izleri
fark edilebilir.
İrade
melekesinin birinci işlev ve sorumluluğu incelendiğinde görülür ki kişi iradesi
vasıtasıyla belirli bir inanca onay verdiği zaman aynı anda bir “düşünce
faaliyeti” deneyimi de yaşamış olur. Zira Augustinus’a göre, inanç bir şey hakkında ona onay vererek
düşünmek faaliyetidir.
İrade
melekesinin ikinci görev ve işlevi ile ilgili olarak ise Augustinus tutkular ve
arzular alanını işaret eder. İnsan birçok tutku ve eğilim ile doludur. Bu
tutkuların bazıları aşağı (inferior) şeylere, bazıları ise yüksek yani ilahi
şeylere yöneliktir. İtiraflar’da Augustinus insan ruhunun doğal
temayülünün ilahi yani yüksek şeylere yönelik olduğunu iddia eder (bir taşın
doğal temayülünün, kaynağını bulduğu aşağıdaki toprağa doğru ve yağın ise
içinde bulunduğu suyun yüzeyine doğru olması gibi). Bu doğal eğilimi Augustinus
aşk (amor) olarak tanımlar ve kabul eder. Augustinus bu aşkı “Tanrı’nın
ihsanıyla alevlenmiş içimizdeki ateş” olarak betimler.
III.1.3.Lütuf
Lütuf kavramı, Augustinus
düşüncesinde, ruhun irade melekesi vesilesiyle ilahi olana doğru yönelebilmesi
sürecinde kesinlikle elzem olan Tanrısal yardıma verilen isimdir. Lütuf
vesilesiyle, yani irade melekesini doğru ve sağlıklı bir şekilde çalışır hale
getiren bu ilahi yardım sayesinde, kişi ruhunu teşkil eden mekanizmaların doğru
ve en uyumlu bir şekilde çalışmasını deneyimler. Kişi bu deneyime, yani ruhsal
mekanizma ve melekelerin (hafıza, anlayış ve iradenin) tam anlamıyla doğru bir
hal ve yapıda olması durumuna, sadece kendi istek ve çalışmasıyla ulaşamaz.
Lütuf vesilesiyle ruhun içine girdiği hal ilahi bir uyum ve işleyiş halidir;
dolayısıyla, Augustinusçu bağlamda, bu hal kaynağını ilahi olanda bulmak
durumundadır.
III.1.4.Aydınlanma
The Teacher (Öğretmen)
adlı eserde başlığın da işaret ettiği gibi, Augustinus İsa’yı “içimizdeki
öğretmen” olarak tanımlar. Eserde Augustinus dil ve öğrenme süreçleri üzerinde
yoğunlaşır ve insanın dilsel süreçlerde bir kelimenin neyi işaret ettiğini
(signifying) anlayabilmesi için öncelikle işaret edilen (signified) şeyi
bilmesinin elzem olduğunu iddia eder. Dolayısıyla dil teorisinde Augustinus
işaret edenden (signifier) ziyade işaret edilene öncelik verir. İşaret edilen
elzem bilginin her şeyden önce bir inanç nesnesi olması gerekmektedir.
Sonrasında Augustinus geçerli tek bilgi çeşidi olarak sunduğu “evrensellerin
bilgisi” konusunun da bu ışıkta değerlendirilmesi gerektiğini savunur ve
evrensellerin kelimeler vasıtası ile bilinemeyeceğini ifade eder; bu konu için
de Tanrı’nın ebedi Hikmet’i (Wisdom) olan İsa Mesih’e danışılmalıdır.
III.2.Gazali
Gazâli'ye
göre doğru bilginin ilk şartı şüphedir. İnsan ancak şüphelenirse bildiği
şeyleri yeniden araştırır; dolayısıyla neticede kesin bilgiye ulaşır.
III.2.1.Ruh
Gazâlî kalp, ruh nefs ve akıl, kavramlarının iki
anlamının olduğunu savunmuştur. Kalbin ilk anlamı, vücuttaki bir organ; ikinci
anlamı, gözle görülmeyen, anlayan, bilen ruhsal varlıktır. Ruhun birinci
anlamı, latif bir varlık; ikinci anlamı, insanın algılayan ve bilen yönüdür.
Nefsin ise ilk anlamı, insandaki saldırganlık (gazap) ve şehvet kuvvetleri;
ikinci anlamı, insanın kendisidir. Aklın ilk anlamı, eşyanın niteliklerini kavramak;
ikinci anlamı, ilimleri anlamaktır. Böylece Gazali, Müslüman düşünürlerin ifade
ettikleri nefs kavramı ile ilk çağlardan beri kullanılan ruh kavramları
arasındaki farkı net bir şekilde ifade etmiştir. Daha da önemlisi o, ruh
kavramına yüklediği ilk anlamla, genellikle bedenden ayrı olarak görülen bir
cevherden bahsederken ikinci anlamla modern anlamdaki biliş (cognition)
kavramına işaret etmiştir. Onun motivasyon teorisi de modern psikolojinin
güdülenme süreci ile paralellik arz etmektedir. Nitekim İhyâu’ Ulûmi’d-Dîn isimli
eseri başta olmak üzere Gazâlî, insana dair başarılı pedagojik tahliller
yapmış, ruh hastalıklarının psikolojik ve sosyal sebeplerini göz önünde tutarak
tedavi yöntemlerini açıklamıştır. İnsana dair görüşlerinde bütüncül bir
yaklaşım sergileyen Gazali insanın dinî ve ahlakî bilincini de incelemiştir. [11]
Gazali bilgi
meselesini incelerken felsefi tahlillere girişir. Ona göre nefs veya kalb,
makulleri elde etmek için fikir gücüne(tefekkür) baş vurmaktadır. O, tefekkürü
Rabbani öğrenme yollarından biri kabul ederek şöyle tarif eder: “Nefsin külli
neftsen istifade etmesidir.” Bunun sebebini de şöyle izah eder: “Çünkü külli
nefs bütün alim ve düşünürlerden daha çok tesir eder, daha çabuk öğretir.
Düşünce kapısı nefse açılınca, nefis düşünmenin ve sezgi ile istenene ulaşmanın
keyfiyetini bilir…böylece insanın kalbi genişler, basireti açılır, nefsinde
olan şeyler istenen miktarda kuvveden fiile çıkar. Böylelikle vasıtasız bilgi
elde edilir.” [10]
III.2.İrade ve Lütuf
Gazali’ye göre
sebeplilik yani illet ve malul arasındaki bağ zaruri değildir. O’na göre
Allah’tan başka hakiki fail ve illet yoktur. Allah bir olayı yaratırken O’nu
bir sebebe dayanarak meydana getirdiğinde, bu O’nun için bağlayıcı olamaz. O’nu
bir başka sebebe dayandırarak da ortaya çıkarabilir veya aynı sebep farklı bir
sonuçla neticelenebilir. Mutlak Determinizmi reddeden Gazali, İndeterminizme
kapı açar. Deterministler tabiattaki mutlak iradeyi ve hürriyeti kabul
etmediklerinden, Allah dahi hür sayılmazdı. O hakiki fail olarak Allah’ı kabul
etti ve insana da külli irade karşısında bir cüz’i irade nisbet etti. Tabiattaki
sebep-sonuç ilişkisinin insan için geçerli olamayacağını düşünen Gazali, özgür
irade sahibi insanın nefsine mutlak hakim olduğunu öne sürdü. Dolayısıyla
Gazali’de Lütuf kavramı irade ile sıkı bir ilişki içindedir. Nefsine mutlak
hakim olan insan iradesini ortaya koyarak fiillerini gerçekleştirir fakat bu
fiillerin sonuçları her zaman aynı şekilde sonuçlanmaz. Külli irade sahibi ve
hakiki fail olan Allah dilerse verir, dilerse vermez. İşte ilahi lütuf burada
devreye girer.
III.2.3.Aydınlanma
Gazali dil
teorisi bağlamında gerek bir mantık kitabı olan Mihak’un Nazar’da, gerekse Mişkat’ül
Envar’da şöyle der:
“Unutma ki kim lafızlardan anlamları çıkarmak
istiyorsa, güneşin batışını istediği halde ona
arkasını dönen kimse gibi, zayi ve yok olur. Kim anlamları lafızsız olarak önce
zihinde belirler ve sonra da bu lafızların anlamlarını araştırırsa doğruya ulaşır.” (Mihaku’n Nazar)
“Lafızlardan hakikatleri arayan belki de lafızlar
çok olduğunda şaşırır,
manaların da çok olduğunu yani her
birinin farklı anlamlar ifade ettiğini hayal
eder. Hakikatler kendisine açılan kişi ise,
manaları asıl, lafızları tabi kılar. Zayıf kişinin
hali ise onun tersidir. Çünkü hakikatleri lafızlardan ister” (Mişkat’ül
Envar)
Gazali, kalbin
melekut alemine ait bilgileri elde edebilmesi için Allah ile temizlenmiş kalb
arasındaki perdenin kalkmasını şart görür ve kalbi bir aynaya benzeterek o
alemin bilgilerinin bu aynada tecelli edeceğini öne sürer. Böylece kalb,
eşyanın özünü ve Levh-i Mahfuz’daki bilgileri kavramış olur.[10]
Gazali
Munkız’da şüpheden aydınlanmaya geçişi şu şekilde özetlemektedir:
“Nihayet
günün birin de Yüce Allah beni bu dertten, bu bunalımdan kurtardı. Vicdanım
normal sağlıklı haline döndü. Artık
zaruri aklı, prensiplerini onaylıyor, onları güvenilir temel dayanaklar olarak
kabul ediyordum. Bu bunalımdan çıkışım delil
düzerek veya ard arda cümleler sıralayarak değil,
doğrudan doğruya Yüce Allah’ın kalbime akıtmış olduğu bir nur sayesinde oldu. Bu nur bilgilerin çoğunluğunun
anahtarıdır. Buna göre kim keşfini, yani
apaçık gerçeği elde
etmenin serbest delillere bağlı olduğunu sanırsa Yüce Allah’ın geniş rahmetini sınırlandırmış daraltmış olur.”
III.3.Değerlendirmeler
Augustinus’un
insanın nihai hedefi olan bilgide öncelikle bir otoriteye muhtaç olması fikri, Gazali’nin avam-havas ayrımında,
avam için öngördüğü taklid meselesini
hatırlatmaktadır. Otoriteye itaat fikri Augustinus’ta hakikate ulaşma
aşamalarında zorunlu basamaklardan biridir. Gazali’de mukallid taklid ettiğini bilmez,bilincinde
değildir, bilirse mukallid olmaz. Dolayısıyla taklid onun için zorunludur.
Her iki
filozofta da hakikat içe dönüş veya tinselliğe yöneliş ile belirir. Düşünsel
sıkıntılardan ancak içe dönüş ile çıkılabilir. Augustinus’da “aklımın üzerinde”
ifadesi ile vücud bulan bu hakikat, Gazali’de aklın bilgilerinin yanılması ile
ortaya çıkar. Augustinus içe yöneliş ile düşünsel mücadele ve sıkıntılardan
kurtulunabileceğini söylemiştir. Gazali ise kendi ifadesi ile “safsata yolunu
tutuşundan” ancak sufilerin bilgisiyle yani tinsellikle kurtulabilmiştir.
Augustinus
dil teorisi bağlamında kavramlardan hakiki bilgiye ulaşılamayacağını,
evrensellerin bilgisinin ancak Tanrı’nın ebedi hikmeti olan İsa (wisdom)’ya
danışılarak elde edileceğini düşünür. Bu ona göre aydınlanmadır. Gazali de
Augustinus gibi kavramlardan hakikata gidilemeyeceğini söyler ve bunu
“lafızlardan manalara ulaşmak isteyen delalete düşer.” diyerek belirtir. Gazali kalbin melekut alemine ait bilgileri
elde edebilmesi için Allah ile temizlenmiş kalb arasındaki perdenin kalkmasını
şart görür ve kalbi bir aynaya benzeterek o alemin bilgilerinin bu aynada
tecelli edeceğini öne sürer. Böylece kalb, eşyanın özünü ve Levh-i Mahfuz’daki
bilgileri kavramış olur. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi bu Augustinus’un
İsa’sıdır. Gazali’ye göre mana önce kalbte belirir. Bu manayı ise Gazali,
Allah’ın kalbine akıttığı bir nur olarak ifade eder.
IV.KAYNAK
ÇALIŞMALAR
- Ghazalis Selbstbiographie, Ein Vergleich mit Augustins Konfessionen, Heinrich Frick, Leipzig,1919
- Religious Inquiry, Participation and Detachment: Augustine, Ghazali, Sankara, Nagarjuna, Holmes Roston, 1985
- Glaubenskrise und Glaubengewisheit im Christentum und im İslam: Band II: Die Theologie al-Ghazalis und augustins im Vergleich, Johan Bauman, 1990
- Faith and Reason, Religion and Philosophy: Four views from mediavel Islam and Christianity (Augustine, Ghazali, Averroes, Thomas Aquinas) Richard Taylor, 1991.
- A comparative study of the
confessions of Rousseau, Ghazali and Augustinus, Hossein Seyedi Seyed
Mohammed Kazem Talayi, 2012
Referans
[1] Abdurrahman Bedevi, El
Gazali ve Yunan Kaynakları, Çev:Tuna Tunagöz
[2] Bonaventura’da
Din-Felsefe İlişkisi, Yakup Özkan, Sakarya üni. İlahiyat fak. Dergisi18/2008
[3]
Aurelius Augustinus’un Varlık ve Bilgi Kavramları, Cemal Güzel, Hacettepe Üni.
Edebiyat Fak. Dergisi, 2002 cilt:19 sayı:2
[4]
Felsefe-Din İlişkileri Faslu’l Makal el Keşf an minhaci’l edile,, İbn Rüşd,
Çev: Süleyman Uludağ, Dergah yay.
[5]
Felsefe Tarihi, Macit Gökberk, Remzi kitabevi
[6]
Hıristiyanlıkta Teslis doktrini ve Hıristiyan İtizalleri, Mehmet Aydın
[7]
İslam Felsefesi, Hilmi Ziya Ülken, Selçuk yay.
[8]
İslam, Fazlur Rahman, Ankara Okulu Yay.
[9] Plotinos ve Aziz Augustinus Düşüncelerinde
İçe Dönüş Kavramı, Kaan Atalay, 2013
[10]
Aristo Metafiziği ile Gazali Metafiziğinin Karşılaştırılması, Süleyman Hayri
Bolay, MEB yay. 1993
[11]
Ruh-Beden ve İnsan-Aşkın Varlık İlişkisine Yönelik Psikolojik Yaklaşımların
tarihi Serüveni, Sevde Düzgüner, Marmara Üni. İlahiyat Fakültesi Dergisi
Yorumlar
Yorum Gönder