Bilimsel Epistemoloji Üzerine Notlar
BİLGİ ve BİLİM NEDİR? BİLGİ ve BİLİM NASILDIR?
|
M
|
ilet
(Μίλητος) Okulu’na kadar
dayandırabileceğimiz modern bilimin, ilk sınırlandırıcı ve tanımlayıcı ögesi
olarak deney ve gözlem ikilisini ele alabiliriz. Bilemediği veya hakkında
herhangi bir ayrıntıya hakim olmaksızın -yalnızca- aşina olduğu olgu ve
olayları mitolojik dolgulara başvurarak tanımlamaya çalışan insanlığın ilk
bilimsel hamlesi ampirik yöntemi -ilkel bir biçimiyle de olsa-
bulmuş/geliştirmiş olmasıdır.
İlk zamanlar basit gözlem ve
deneylere dayanarak “felsefe” ve “doğa gözlemi” çatısı altında birleşen
bilimler Kopernik Devrimi gibi vurucu evrelerle belirli uzmanlık alanlarına bölünerek
kendi içinde derinleşmeye başladı. Kopernik Devrimi’nin akıllara sızdırdığı en
büyük yenilik ise şüphecilik ve eldeki bulguları devamlı olarak test etme/sınama
nosyonlarıydı. O dönemin bilim adamları belki bu söylediğimizi bugünkü bilim
anlayışıyla birebir uyuşacak biçimde kuramsallaştırmamıştır; fakat bu devrimin
“devrim” olmasının sebepleri bilime getirdiği yeni yaklaşım ve yöntemdir.
Kopernik’in cesur atılımlarının izleri hala sürerken ortaya Galilei çıktı. Bu
iki bilim insanının en önemli ortak özelliği, bana kalırsa, hem zamanlarının
geleneksel -dinî- düşünce yapısından hem de zamanlarında hüküm süren bilim
anlayışından kuşku duymuş olmalarıdır. Örneğin Kopernik helyosantrik
(güneş-merkezli) astronomi kuramını ortaya atarak (De Revolutions Orbium
Coelestium [Göksel Kürelerin Devinimleri Üzerine]) Batlamyus’un o devirde genel
kabul gören geosantrik (dünya-merkezli) gökbilim teorisini dünyanın güneş
etrafında döndüğünü ortaya atarak açıkça yanlışlamaya çalışmıştır. Hoş
yeryuvarlağının döndüğünü söyleyen ilk gökbilimcinin, İ.Ö üçüncü yüzyılda yaşamış
olan Aristarkhos olduğu kesinlikle bilinmektedir[1]
fakat büyük ihtimalle bu düşünceyi kabul ettirecek kanıtları yoktu. Ayrıca
Pythagoras da “yer kürenin büyük ateş etrafında döndüğünü” söylemiştir. Galilei
ise kendisi için yeni ve gelişmiş bir teleskop icat ederek uzayı yeniden, daha
üstün bir şekilde gözlemlemiştir. Kilisenin ve devrin “bilimsel-köktenci”
diyebileceğimiz bilim adamlarının da büyük tepki gösterdiği Kopernik sistemi
Galilei tarafından da benimsenince kendisi ev hapsine mahkûm edildi. Kopernik
dünya-merkezli astronomiye darbe vururken Galilei de Aristocu bilim anlayışını
sürtünme kuvveti, ağırlık, hacim gibi konulara ilişkin gözlem ve deneyler
yaparak sendeletmiştir. Fakat Aristo’nun bilimini tek ve vazgeçilmez öğrenme
kaynağı olarak gören bilim insanları bile bu yeni bakış açılarını kabul etmekte
zorlanmış ve hatta pek çoğu Galilei’yi inkâr etme yoluna gitmiştir. Bilim ve
düşünceyle iç içe olan insanların bilimsel yeniliğe bu denli kapalı olması
aslında fazlasıyla tuhaf bir durumdur -o dönemde bile tuhaf bir durumdur.
Almanya’da Hitler’in iktidara gelmesiyle Türkiye’ye yerleşip bir dönem
(1933-1938) İstanbul Üniversitesi’nde ders vermiş olan Hans Reichenbach’ın bu
konudaki tespiti manidardır:
“Tıpkı
çömezlerin izledikleri peygamberden daha bağnaz olmaları gibi, bilim
felsefecilerinin de bilimsel sonuçlara bu sonuçların kaynakları gözlem ve deney
sağladığı çerçeve dışında aşırı bir inançla güvenme tehlikeleri vardır.”[2]
Her şeye rağmen Kopernik, Galilei, Kepler gibi
bilim insanı ve araştırmacıların bu şüpheci, yanlışlamacı bilim yapma tarzı, o
dönemde tam olarak silinememiş mitolojik evre kalıntılarını iyiden iyiye
süpürmüş, en azından bazı kemikleşmiş düşüncelerin de eleştirilebileceği
ihtimalini akıllara sokmuştur, diyebiliriz.
Bunlardan yola çıkarak modern
bilimin yöntemsel ve yapısal tanım yelpazesini görmeye çalıştığımızda bilimi
gözlem yapan, gözlemini test eden, deney yapan, yaptığı deneyleri tekrarlayarak
güvenilir veri toplayan ve ortaya çıkan sonuçları derleyip belli bir kuram
oluşturarak bu kuramdaki hataları düzeltmeye çalışan, hatalar düzeltilemeyecek
kadar çok olduğunda kuramı toptan ve kökten yanlışlayabilen ve eldeki veriler
üzerinde kurgulanan yeni hipotezlerle yeni kuramlar yaratmak için uğraşan bir
araştırma, inceleme, açıklama ve serimleme etkinliği olarak görebiliriz.
Bilimin bu kadar irdeleyip yargılayarak “sınamacı” bir politika peşinde
koşturmasının nedeni insanların doğru, gerçek ve güvenilir veriye ulaşma
isteğidir; zira bilimin ortaya çıkış nedeni zaten bu istek, yani “arkadakini
görme arzusu” olarak yorumlayabileceğimiz “merak” dürtüsüdür.
Yapılan tahminler neticesinde
yaratılmış olan hipotezi çürütmek için uğraşıp bunu başaramayınca eldeki
hipotezi bir adım ileri götürerek teoreme dönüştüren hipotetik-tümdengelimci
akıl için her şey sınanabilir (yöntemsel olarak) niteliktedir; yani her şey
sorgulanıp irdelenerek iyice didiklenebilir ve bu araştırılan alanda sonsuz bir
kuramsal döngüye sebep olabilir -olmalıdır da. Çünkü hipotetik -veya
varsayımsal- teknik indüktif bir mantıkla çalışarak bizi bir tür hayal âlemine sevk
eder. Bu, düşünce perspektifini genişleten bir yöntem olarak kabul gördüğünden,
önemli bir süreçtir ve gayet tabii, kelimenin bugünkü anlamıyla, kısmen,
metafizikseldir. Tümdengelim yönteminde ise elimizde kendi içinde, kendisine
ilişkin toplu bilgi bulunduran bir olgu demeti vardır ve bu olgu demetince
kuşatılmış yapı tek tek sökülerek incelenir; bu da kuram yaratma sürecinin
sınama aşamasıdır. Aslında bu bilim tarzı (şüpheci hipotetik-tümdengelim)
matematik ve mantık alanında gördüğümüz zorunluluk tabanı ve a priori bilgi
doğasının doğaya ve doğa bilimlerine aktarılmasıdır; lâkin doğada “zorunluluk”
diyerek kurallaştırmaya çalıştığımız şeyler doğadaki ufacık değişim ve
devinimlerle altüst olabileceğinden, en önemlisi de modern bilim bu durumu
keşfettiğinden, “doğal kesinlik” meselesi çetin açmazlar ortaya çıkarır. İşte
bilime ve bilim insanına yüklenen birincil görev bu açmazların olabildiğince
anlaşılır kılınarak çözümlenmesidir.
Fakat bilmek nedir, nasıl
bilebiliriz ve bilimsel bilgi nedir? Önce bilmenin ne ve nasıl olduğunu
tartışmamız gerekiyor.
BİLGİ NEDİR? BİLMEK NASIL
GERÇEKLEŞİR?
B
|
ilme
eylemi, bilimsel bağlamda, “farkında olma” ve “tanışıklık” durumlarından farklı
olarak insana ve insansı bir bilince özgü gerekçelendirme, temellendirme ve
gerekçeler arasında tutarlı bağlar yaratma gibi bileşenleri gerektirir. Örneğin
bir aslanın yavrusuna avlanmayı öğretirken yaptığı şeyin bir bilgi vermekten
ziyade belli bir farkındalık yaratma, daha doğrusu dış-dünyayla bir tanışık
olma hali yaratarak bir neden-sonuç ilişkisi ve hareket gösterme olarak tanımlamamız
gerekir. Çünkü aslan için avlanmanın evrimsel -ya da yaşamsal- bir zorunluluğu
vardır ve bu zorunluluk onu belli bir tanışıklığa sahip olmaya, yaşama
gayretini sürdürmeye yarayan davranış kalıplarını uygulamaya iter. Fakat aslan
bunun da ötesine geçmeye, örneğin zevk için avlanmaya yarayacak bir teknik veya
silah icat etmeye çalışmaz; o avlanma işini belli ihtiyaçları karşılayacak
belli davranış kalıpları ve tanışıklıklar keşfederek gerçekleştirir. Hatta
aslan kendisine özgü av yöntemini şans eseri de bulmuş olabilir; ama bir şeyi
biliyor olmak için söz konusu bilinecek şeyin ayrıntılarını tutarlı bir biçimde
dile getirebiliyor olmak gerekir. Bu, aslında insanlığın bugüne dek ortaklaşa
kurguladığı bilme tarzının en genel yeniden-tanımıdır. Örneğin Anglo-Sakson
dillerinde çeşitli şekillerde yer alan “Know” (bilmek) fiili Eski Ahit’te
“cinsel ilişkide bulunmak” (“to have sexual intercourse with”) anlamına gelecek
şekilde kullanılmıştır. Sanskritçe “JNA”, Grekçe “GNO” kökleriyle ortak geçmişe
sahip “KNOW” fiili de bu fiiller gibi “gezip görerek bir şeyler anlama”,
“tecrübelerden ders çıkarma” gibi karşılıklara sahiptir.
Bilmek, bu noktada, bir şeyi
tanımış (daha sonra anımsamaya yetecek kadar görmüş/yaşamış) olmaktan çok bir
şeyi açıp kurcalayarak, deneyim yoluyla iyice görüp (algılayıp) anlamak gibi
bir anlam taşır. Elbette bizim burada sözünü ettiğimiz bilme eylemi ya da bilgi
bilimsel bağlamda değerlendirilmesi gereken türdendir; yoksa aslanın yavrusuna aktardığı
davranış kalıbı ve tanışıklık ya da bir yavrunun kendi başına yaşam mücadelesi
verirken oluşturduğu kavramlar -ya da olaylar- arası ilişki de gündelik dilde
bir bilgi, yani iç-tutarlık gösteren davranışlarda örgütlenebilir
benzerliklerin bulunması durumudur. Ceylan sürüsünü koşmaya elverişli alanlara
değil de dik yamaçlara itmeye çalışan ve genel avlanma eğilimi hep bu yönde
olan bir aslan gördüğümüzde, ister istemez, aslanın bir “bildiği” olduğunu
düşünebiliriz. İşte burada yaptığımız epistemolojik ayrım aslanın bu hareketi
belli bir alışkanlık üzerinden ve bu alışkanlığın üstünde işlem yapmaksızın
sürdürürken aynı ceylan avını gerçekleştirecek bir insanın bu eylemi mevcut
veriler üstünde işlem yaparak gerçekleştir-ebil-mesidir.
Bilgi ve bilginin olanaklılığı
konusunda kullanılan önermelerin salt anlamsal veya olgusal olup olmadığına
bakmak gerekir. Örneğin “Yalan söylemek kötüdür” önermesi, içinde bulunulan
ahlak değerleriyle oluşan bağlama göre doğru ya da yanlış olabilecek bir
önermeyken “Şu masa dikdörtgendir” önermesi dış-dünya gözlemlerimizle, olgusal
olarak doğru veya yanlış değeri alır. Anlamsal (içinde anlam aranabilecek)
önerme genellikle değerlerle, iyi veya kötü etiketleriyle tasnif edilebilen
eylemlere ilişkin bir bildirimde bulunurken -bir anlamı değil ama bir karşılığı
olan- karşılık önermeleri genellikle olgulara ve dış-dünyaya ilişkin olumsal
durumlara dayanan bildirimleri doğurur. Hırsızlığın kötü, doktorluğun zor,
düşmenin acı verici olması verili dil ve değer bağlamına bağlı olarak değerlendirilebilecek
anlamlı önermelerdir; bu anlamın olumlu veya olumsuz olma niteliği ise
elimizdeki bakış açısı ve değerlerle ortaya çıkacaktır. Fakat şu masanın
dikdörtgenliği, fotonların dalga özelliği göstermeleri ya da suyun akışkanlığı
belli fiziksel (dış-dünya) şartlar altında, belli biçimlerde gerçekleşen
anlamsız durumlardır ve bunların dış-dünya karşılıkları vardır. İnsanın
gerçeklik (vazgeçilmez tek hakikat) arayışı bu ayrımı yapamamasından
kaynaklanır. İçinde anlam aranması dahi boşuna olan bu tip önermeler ve bu
önermelerin alakalı olduğu dış-dünya olayları insanın “gerçeklik” ve “gerçeği
en doğru şekilde bilme” arayışında temel olarak görebileceğimiz şeylerdir.
Peki, biz bu temeli neden, nasıl ciddiye alırız?
Gerçeklik ve gerçeğin bilgisi
için birbirimizin zihinlerine muhtacız. Bizi ve söylediklerimizi onayan öteki
bilinçler olmadan gerçekliği belli bir olgu demeti veya olaya uygulayamayız.
Bilmek, bu olgu demeti ve olayların gerçek olduğu önermesini yapmak demektir.
Gerçeklik kişiden kişiye değişen bir şey olmaktan çok durumdan duruma ve
bağlamdan bağlama değişen bir şeydir. Soluduğumuz mevcut havada helyum oranı
çok yüksek olsaydı -ve tabii biz bu havayla yaşayabilseydik- şu an duyduğumuz
herhangi bir insan sesi kulağımıza çok daha farklı (daha tiz) gelecekti; çünkü
ses dalgalarımız havada çok daha hızlı hareket ederek frekansı yüksek bir
şekilde duyulacaktı. Bu durumda gerçeklik şu an duyumsadığımız evrenin bu
mevcut hali midir, yoksa algıdan daha bağımsız bir ölçüte mi gerek vardır? Bana
kalırsa her şeye rağmen şaşmayacak -veya az şaşacak- ölçüt orandır. Oran,
gerçekliği belirlemede güvenilir bir yöntem olabilir. Örnek olarak şunu
düşünelim: Müzikte do natürel minör gamında notalara taktığımız isimlerin bizim
için gerçeklik bakımından bir değeri yoktur. Burada önemli olan bir sesle öteki
arasındaki uyum, uzaklık ve tınlama farkıdır; biz bu aralığa “do-re tam ses
aralığı” desek de demesek de o, oradadır. Kısacası eldeki do natürel minör
gamına ilişkin sayısal veriler, mesela frekans değeri, bizim irdelediğimiz bir
noktadaki gerçekliğin birebir kendisi olmasa da o gerçekliğin -en azından-
iskeletini gösteren tanımlayıcı ve tanıtıcılardır. Biz bu gamı, bir
enstrümanla, “do” değil de “la natürel minör” olarak çaldığımızda bu oran yine
değişmeyecektir. Yani sesimizin çok daha hızlı hareket ettiği bir dünyada
seslerin inceliği ve kalınlığı arasında yine belli bir oran olacaktır. Bu da
bize gerçeklik açısından belli ipuçları verir -tabii eğer gerçekliği geleneksel
anlamda tek, bir, hep olan şekliyle ele almazsak. Bu konuda Müller-Lyer
yanılsamasını da örnek gösterebiliriz. Uçlarında birbirine bakan iki ok bulunan
bir çizgi ile uçlarında ayrı yönlere bakan iki ok bulunan başka bir çizgiyi alt
alta -veya yan yana- gelmiş bir şekilde gördüğümüzde uçlarında ayrı yönlere
bakan okların bulunduğu çizgiyi ötekinden uzun zannederiz. Bu bir göz
yanılması, yani biyolojik sebepli bir gerçeklik yitimidir. Bizi burada
yanılsamadan kurtaran ise bu algıdan kuşkulanıp önümüzdeki iki uzunluğu -mesela
cetvel yardımıyla- ölçerek uçlarında oklar bulunan iki çizgi arasında bir oran
kurmuş olmamızdır. İşte bu sebeple dış-dünya üzerinde yaptığımız gözlem ve bu
gözlemlere dayanarak koyduğumuz tanılar bize gerçeklik arayışında güvenilir bir
temel oluşturabilir.
Gerçeklik konusunda şöyle
düşünebiliriz: Bir körebe olduğumuzu varsayalım ve ortamda bulunan nesneleri
birbirine oranlayıp zihnimizde bulunan hazır kavramlarla dokunma hissimizin
bize yarım yamalak tanıttığı nesneleri birbirleriyle kıyaslayarak hareket etmek
zorunda olduğumuzu kabul edelim. Eğer içinde bulunduğumuz odaya ana hatlarıyla
benzeyen fakat ondan ayrı özellikleri olan başka bir odaya geçersek, bu sefer
de önceki odayla yeni odayı birbirine oranlayıp kavramsal olarak kıyaslarız. Bu
iki odaya da benzemeyen bambaşka bir üçüncü odaya geçtiğimizi düşünelim; şimdi
de bu üçüncü odanın kendisine has özelliklerini ve ölçülerini saptayıp onun
kendisine has oranlarını ortaya koymak zorunda kalırız. Gerçekliğin bu yönünü
ışığın kırılmasıyla da örneklemek mümkündür. Elimize kalın bir defter
boyutlarında fakat içbükey bir cam alıp karanlık bir odada bu cam yüzeyin bir
tarafından, bir el feneriyle ve doksan derecelik bir açıyla ışık tutalım. Camın
bir tarafından gelen ışık öbür tarafa kırılarak çıkacaktır; işte ışığın belli
bir açıyla kırılarak çıktığı bu tarafa A tarafı, el fenerini tuttuğumuz tarafa
da B tarafı diyelim. A tarafından çıkan üç ışık demetinin birbiri arasında 30°
kadar bir açı farkı
olduğunu saptarsak bu A tarafı için gerçek bir bilgi ve A tarafındaki üç ışık
demetinin birbirleriyle olan oran ilişkilerini gösteren bir veridir. Tamam,
buraya kadar bir sorun yok; ama ışığın asıl geliş yeri olan B tarafı hakkında
ne biliyoruz? A tarafının açı farklılıklarını, camın kesit ölçülerini, fenerin
cama ulan uzaklığını ve bunun gibi bileşenleri derleyip topladıktan sonra A
tarafının oranlarından yola çıkarak B tarafının oranlarını (ışığın 30
santimetrelik bir uzaklıktan, 90 derecelik bir açıyla geldiğini…) elde
edebiliriz. Bu da B tarafının gerçekliğinin belli yönleriyle güvenilir bir
yansımasıdır. Fakat A tarafı B tarafına dair bilgi vermeyebilir -bunu hesaba
katalım; o zaman ne yapacağız? A tarafının B tarafına dair bize bilgi veriyor
olması deyiş yerindeyse bir lükstür. Çünkü bu örnek her zaman ve her yerde
geçerli olabilecek bir örnek değildir. Bir şey hakkında bilgi elde edebilmenin
asıl güvenilir yolunun bilinecek şeyin us düzeyinde bütün ayrıntılarıyla ele
geçirilmesini gerektirmesi bundan kaynaklanır. Çünkü A dünyasında A tipi oran,
B dünyasında ise B tipi oran “gerçek” sayılıp kullanılır; A ile B arasında
kıyaslanabilir, gerçek bir orantı bulmaksa bazen çok zor olabilir.
Bütün bunları göz önünde
bulundurduğumuzda bir şeyin bilgisine o şeye en çok uyan kavramı -ve işlevi-
yakalamış ya da kurmuş olmayla erişileceğini savunabiliriz. Olay ve olgu
olmadan bilgi olamaz; hırsızlığın kötü olduğu bilinemez, sadece kabul edilir.
“Hırsızlık kötüdür” önermesi bir anlam önermesidir -karşılığı ve göndergesi
olan bir dış-dünya önermesi değil; anlamı ise birey ve toplum yaratır. Yani
hırsızlığın kötü olduğu sadece kabul edilir, bilinen şey ise bu önermenin veya
bu önermeyi içeren bir cümlenin (“Hırsızlık hiç kötü bir şey olmaz olur mu?”
gibi) kendisidir. (∀xP)
önermesine S diyelim. S’yi “S” şeklinde (olduğu gibi) söyleyen biri, S’yi S
olarak söylen kişinin kendisi S’yi biçimsel olarak dile getiren bir dış-dünya
kanıtı olduğu için, S önermesini biçimsel olarak kesinlikle biliyordur (bunu
S’yi dile getirerek ispatlar); fakat S önermesindeki göndergeyi bildiğini iddia
eden birinin bunu gerekçelendirmesi, temellendirmesi ve kanıtlaması gerekir. Bu
yüzden ezberlenmiş tümce ve bu tümcenin içerdiği önermenin şeklen bilinmesi
bilginin oluşumuna müspet olarak etki etse de bunlar bilim kesinliğini kuracak
bilgi türünde değildir. Ezberlenen tümce zihinde yer eden bir önerme olarak
bilgidir, evet; fakat bu tümcenin atomları tek tek gerekçelendirilemiyorsa ve
bu gerekçelendirme iç-tutarlığa sahip değilse ortada bir bilme eylemi yoktur.
Gerçeklik ve bilebilirliğin
esprisini iyi yakalamış ressamlardan Rene Magritte’in bir pipo çizip altına
“CECI N’EST PAS UNE PIPE” yani “BU BİR PİPO DEĞİLDİR” yazdığı resmi,
gerçekliğin felsefi temeline dair gayet parlak ve hoş bir fikir sunar.
Resmedilen şey bir pipodur. Biz ona “pipo” deriz çünkü yapılan bu çizim bizim
önceki yaşantılarımızda “pipo” dediğimiz meta ile birçok benzerlik
taşımaktadır. Fakat bu gerçekten de bir pipo değildir; bu boyalardan, fırça
darbelerinden müteşekkil bir çizim, bir resimdir. Bu hem bir çizimdir hem de
Magritte’in çizerken model olarak kullandığı şey belki de gerçekten bir pipo
değil, örneğin bir çakmaktır. Burada, yukarıda belirtilen yöntem temel olarak
alındığında, anlam değil karşılık ve gönderge aranabilir; eğer bu resmin bir
pipo olmadığını, yalnızca bir resim olduğunu söyleyebiliyorsak bunun sebebi o
boyarlarla bezenmiş yüzeyin bir resim olması ve bu resmin pipo kavramıyla işlevsel
olarak uyuşmadığını görmemizdir. Boyanın, selülozun ve tahtanın kimyasal
bileşenleri ve bu bileşenlerin aralarındaki ilişki bellidir; bir piponun da hem
fiziksel hem işlevsel hem de kimyasal olarak oran ve bileşenleri bellidir ve bu
iki bileşen öbeğini birbiriyle karşılaştırıp bunların arasındaki benzerlikler
teşhis edilince ortada birbirine hiç benzemeyen iki ayrı şey görürüz.
Bilmek, aynı zamanda öğrenilmiş
bir şeyi uygulayabilmek olarak da ele alınmaktadır. Mesela yüzmeyi bilmek yüzme
eylemini gerçekleştiremediğimiz sürece gerçekleştirilmiş bir edim değildir. Bu
durumun yukarıda bahsettiğimiz önermeyi biçimsel olarak bilmek ile önermenin
göndergelerini tam olarak tanımak arasındaki ayrımla bir yakınlığı vardır.
Yüzmeyi bilme hususunda bilinen şey yüzmenin nasıl gerçekleştirildiğinin
teorisidir. Bu gerçekten bir bilme eylemidir ama bilinen şey yine önermenin
kendisidir, dış-dünya karşılığı değil. Bilgi, bilme ve bilebilme konusundaki en
önemli çatışmalarımızdan biri de bu uygulama noktasında ortaya çıkmaktadır. Bu
az sayıdaki basit gösterge-nesne karşılaştırmalarının ötesine geçip bilim
kuramlarına varıldığında daha da karmaşıklaşır. Bir kuramı bilmek o kuramın tam
olarak imlediği noktalara us düzeyinde hâkim olmak demek değildir. Örneğin
“Batlamyus’çu yer merkezli teorisinin yanlış, güneş merkezli teorinin doğru
olduğunu keşfetmiş değildik. Bilakis güneş merkezli teori güneş ve ay
tutulmaları, uzaklık açısı vb gibi hususlarda daha iyi tahminlerde bulunmamıza
imkân sağladığı için yer merkezli teoriden vazgeçmiştik. Mutlak bir hakikat
keşfetmiş değil, bunun yerine esas itibariyle pratik amaçlardan dolayı başka
bir söylem tarzını benimsemiştik.”[3] İşte
bu daha ileri veri ve bilgi işleme uygulamaları için doğruluk veya geçerlik söz
konusu olunca ele geçirebildiğimiz bilgi hakkında bilgi sahibi olmaya
çalıştığımız şeylerin işleyişlerinin ve birbirleriyle olan bağlantılarının bilimsel
açıklamasının bilgisidir. Özellikle bu türden bilgilenme süreçlerini akla
getirdiğimizde bir şeye gerçek, doğru veya bilinen diyebilmek için insan
algısının çıplak gözlemlerinin çok daha ötesine geçmemiz; bilmeyi istediğimiz
olgu ve olayları daha derin, ileri gözlemlerle görmeye çalışmamız gerektiğini
kabul etmeliyiz. Çünkü sözünü ettiğimiz oran ve ölçümlerin bize sunduğu
nicelikler yerine bir insanın perspektifine başvurmak belli bir gerçeklik
tabanı bulup bunun nimetlerini pragmatik bir alanda değerlendirmek yerine
gerçekliği tamamen ötelemek demektir.
Peki, bir inancın şans eseri
doğru çıkması onu bilgi yapar mı? Hatta daha sert bir eleştirel yaklaşımla
soracak olursak: bir şeyi bildiğini iddia etmek için bir insanın inancını
gerekçelendirmesi ve bu gerekçelendirmede bazı kanıtlar ortaya koyması yeterli
midir? Bilme ve doğru bilginin ne ve nasıl olduğu üzerine düşünürken üzerinde
durulması gereken önemli bir konu da rastlantı ya da tesadüf meselesidir. Hatta
bu mesele bilgiyi tanımlarken muhtaç olduğumuz “bilginin ne olmadığı” tanımı
sebebiyle, belki de en önemli epistemolojik sorundur. Gettier’in örneğinden[4]
yola çıkarsak:
Ben Mizar adında bir dostumun
kırmızı bir yo-yoya sahip olduğunu bildiğimi, çünkü Mizar’la geçenlerde karşılaştığımızı
ve onun elinde bir yo-yo olduğunu hatırladığımı; hatta bu yo-yo ile bir müddet
de oynadığımı söylersem bu inancımı böylece kanıtlamış olduğumu kabul edebilir
miyiz? Ben gerçekten Mizar’ın kırmızı bir yo-yosu olduğu bilgisine sahip olur
muyum? Kırmızı yo-yo Mizar’a başka bir dostu tarafından ödünç verilmişse bu
yo-yo Mizar’ın değildir ve benim “Mizar’ın kırmızı bir yo-yosu var” diye dile
getirdiğim bilgim yanlış bir bilgi olmuş olur; yani Mizar’ın elinde kırmızı bir
yo-yo görmüş olduğum gerçeğiyle ortaya attığım gerekçe inancımı
doğrulamamıştır. Hatta ben şöyle bir akıl yürütme de yapabilirim:
1.
Mizar’ın
kırmızı bir yo-yosu vardır. (Bunu sözde yukarıdaki şekliyle kanıtladım)
2.
Ya
Mizar’ın kırmızı bir yo-yosu vardır ya da küçük kardeşim şu an uyuyordur.
3.
Ya
Mizar’ın kırmızı bir yo-yosu vardır ya da küçük kardeşim şu an süt içiyordur.
4.
Ya
Mizar’ın kırmızı bir yo-yosu vardır ya da küçük kardeşim şu an yemek yiyordur.
Burada
küçük kardeşimin ne işle meşgul olduğunu sadece kör tahminlerle, rastgele dile
getirdiğim halde 4 numaraları önermedeki tahminimim doğru çıktığını varsayalım.
Benim bir 1’deki inancım bile çolak bir usa vurmayla doğrulanmışken bir de
üstüne 4’ün doğru çıkmasının gerekçesi oluvermiştir. Ayrıca 4’ü söyleyen kişi
bu önermenin birinci kısmından dolayı onun doğru olduğunu düşünürken aslında
Mizar’ın bir yo-yosu yoktur ve küçük kardeşim yemek yiyordur. Bu durumda 4
önermesi doğru olmaya devam eder; ama bizim sezgilerimiz, onun bilinmemiş
olduğunu söyler.
Nedensel
düşüncede mühim olan şey neden-sonuç ilişkisini doğru kurabilmektir. Belli bir
P olayının gerçekleşmesinin sebebi X, Y, Z nedenlerinden biri olabilir. Yani X,
Y, Z olayları/durumları P olayının gerçekleşebilmesi için tek başına yeterli
olabilir ancak gerekli değildir; çünkü bu nedenlerin birbirleri arasında
herhangi bir üstünlük veya öncelik bulunmamaktadır. Bu durumda hem A(X ⇒ P) hem B(Y ⇒ P) hem de C(Z ⇒ P) önermeleri, tümden, tek tek doğrudur;
bu da N(A, B, C) önerme kümesini geçerli, doğru ve tutarlı kılacaktır. Bu
durumda örneğin A önermesinin (~X ∨
P) önermesine denk olduğunu görürüz; bu B ve C için de geçerlidir. Yani X
nedeninin olması veya olmaması ile P olayının gerçekleşmesi arasında “ancak ve
ancak” ilişkisi bulunmamaktadır. X nedeni olmasa bile P gerçekleşebilir, demektir
bu. Örnek verecek olursak: Hamile bir kadın doğum yaparken ölürse bunun sebebi
bebeğin anne karnında ölmüş olması (X), anne rahmine bir mikrobun bulaşmış
olması (Y) veya doğumhanede teknik bir hata meydana gelmiş olması (Z) olabilir.
Elimizde üç farklı sebep vardır. Bebeğin ölümünün anneyi öldürdüğünü düşünelim:
Bu durumda bebek öldüğü için anne ölmüştür; buradan yola çıkarsak “Bebek ölürse
anne ölür” önermesini yapabiliriz (A). Fakat annenin ölmesi yalnızca bu sebebe
bağlı değildir, anne diğer sebeplerle de ölmüş olabilirdi. Bu da bebeğin
ölmesinin annenin ölmesinin tek ve olmazsa olmaz şartı olmadığını gösterir: ~
(X ⇔
P). Çünkü “anne ancak ve ancak bebek ölürse/ölmüşse ölür/ölmüştür” (X ⇔ P) demek “bebek ölürse/ölmüşse
anne ölür/ölmüştür ve anne ölürse/ölmüşse bebek ölür/ölmüştür” ((X ⇒ P) ∧
(P
⇒ X)) demektir. Bu
durumda ancak ve ancak ile kurduğumuz önerme şunu: (~X ∨ P) ∧ (~P ∨ X), o da şunu: (X ∧ P) gerektirir. Yani bebeğin
ölmesi ile annenin ölmesi aynı anda doğruluk değeri kazanmalı, yoksa önerme
yanlışlanmalıdır. Buradan “anne ölmemişse bebek de ölmemiştir” ya da “anne
ölmüşse bebek de ölmüştür” türünden sonuçlar çıkar; fakat dediğimiz gibi,
annenin ölümü başka sebeplerle de gerçekleşebilmektedir veya anne öldüğü halde
bebek yaşıyor olabilir.[5] (X
∧
P) önermesinin değillemesini yaptığımızda bu değillemenin doğru çıkması da bu
karşılıklı koşulun yanlış olduğunu göstermek için yeterlidir:
~ (X ∧ P) değillemesi (~X ∨ ~P) önermesine denktir; bu da,
yani “Bebek ölmüştür ve anne ölmüştür, değil” demek “bebek ölmemiştir veya anne
ölmemiştir” demektir ve doğrudur (değil’i doğru olan bir önerme yanlıştır).
Nedenlerin
de kendi arasında bir ilişkisi mevcuttur. Örneğin “bebek ölmüştür veya anne
rahmine mikrop bulaşmıştır, değil” demek “bebek ölmemiştir ve anne rahmine
mikrop bulaşmamıştır” demektir: ~ (X ∨ Y) ≡
~X ∧
~Y
Fakat anne yine de
öldüyse o zaman (~ (X ∨ Y) ⇒
(Z ⇔
P)) önermesi doğru olacaktır; çünkü elimizde üç tane X, Y ve Z nedeni vardır ve
anne ölümü X, Y nedenleri olmadığı hâlde gerçekleşmiştir. Öyleyse anne ancak ve
ancak doğumhanede ortaya çıkan bir hata sonucu ölmüştür ve anne ölümü
gerçekleştiyse mutlaka doğumhanede bir hata vardır. Elimize bir T nedeni geçene
kadar bu doğru bir bilgidir.
Bu akıl yürütmelerin
tümü bizim için, matematik düzlemde sağın dayanaklar yaratıyor olabilir; lâkin
bir şeyi bildiğimizi, dahası, inancımızı gerekçelendirmiş olduğumuzu söylemek
için yeterli midir? Meseleye kuşkuyla yaklaşıp gerekçelendirme meselesinin
derinine inmeye çalışırsak gerekçenin gerekçesi ve hatta gerekçenin
gerekçesinin gerekçisini bulma gibi bir sorunla karşılaşırız; çünkü nedenlerin
de nedenleri vardır/olabilir. Örnekte ele aldığımız P olayının Y ve Z nedeniyle
gerçekleşmediğini görüp X nedeniyle gerçekleştiğini çıkarsamamız doğru mudur ya
da ele aldığımız konunun diliyle sorarsak: bilgi midir? Burada P’nin X
dolayısıyla gerçekleştiğini söyleyen biri sadece basit bir çıkarımda
bulunmuştur; bu bir çıkarımdır ve bu bilgi çıkarım bilgisi -çıkarımda ortaya
çıkan sonuç önermesinin biçimsel olarak bilinmesi- olarak görülebilir. Çünkü
bilinen, bilindiği savlanan şey şudur: “P olayı Y veya Z dolayısıyla gerçekleşmediyse
ancak ve ancak X dolayısıyla gerçekleşmiştir.”
Fakat X nedeninin
kendi iç dinamiklerini, X nedeninin P-benzeri durumlarla arasındaki
istatistiksel ve biyolojik bağı veya buna benzer ayrıntıları bildiğimi
söyleyemiyorsam “P olayı Y veya Z dolayısıyla gerçekleşmediyse ancak ve ancak X
dolayısıyla gerçekleşmiştir” önermesini de gönderge olarak bilemiyorumdur.
Gerekçelerimizi veya
nedenlerimizi gerekçelendirmeye çalıştığımız bu tür durumlarda INUS
(Insufficient but Non-redundant Element of a Condition which is itself
Unnecassary but Sufficient for the Occurence of a Result[6]
[Bir sonucun ortaya çıkmasında gereksiz fakat yeterli bir koşulun yetersiz
fakat gerekli parçası]) koşulları veya INUS nedenleri göz önünde bulundurmamız
iyi olacaktır. Örneğin anne Y veya Z sebebiyle ölebilirken X sebebiyle öldüyse
ve aynı zamanda bu Y ve Z’ce de tetiklenebilecekse, dahası X, yani bebeğin
ölümü, göbek kordonunun bebeğin boynuna dolanmasıyla gerçekleşmişse, ayrıca bu
dolanma bebeğin rahimde ters dönmesi sebebiyle çözülememişse kordon dolanması
anne ölümünün INUS koşuludur. Burada bebeğin ölümü için elverişli ortamı
yaratan bir “rahimde ters dönme” söz konusudur ve bebek ters dönünce boynuna
dolanan kordondan kurtarılamayarak ölmüştür. Fakat bebek başka bir şekilde de
(örneğin bir kalp problemi nedeniyle solunumu durabilir) ölebilirdi; bu yüzden
boyna dolanan göbek bağı, annenin ölümü için ille de gerekli (şart) olmayıp
yeterli olan “bebek ölümü” koşulu/nedeninin yeterli olmayıp (çocuk ters dönmese
kordon kesilebilirdi) gerekli olan (çocuğun ters dönmesiyle aynı anda
gerçekleşmeseydi çocuk -en azından boğulma sebebiyle- ölmeyecekti) parçasıdır.
Daha açık bir ifade ile kordon dolanması çocuk ölümü için tek başına yeterli
değildir; bu olay çocuğun ters dönmesi, doktorların bu kordona ulaşamaması gibi
bazı ortam koşulları bir araya gelince bir işe yarar. Ama çocuğun ölmesi annenin
ölmesi için yeterlidir, fakat bu da annenin ölmesi için gerekli (şart)
değildir.
Bu bizi, bir şeyi
bilmenin, bu bilinecek şeyin en ufak ayrıntılarına ve bu ayrıntıların içinde
bulunduğu ya da yarattığı koşulların da ayrıntılarına inerek en ufak parçaları
görmeyi gerektirdiği sonucuna ulaştırır. Eğer en ufak parçaları görmemiz
gerekiyorsa bu parçaların da parçaları vardır ve bu da bir geriye gitme sorunu
yaratır (the regress problem). Bu sorun için çeşitli çözüm önerileri ortaya
atılsa ve bazı yollar açılmışsa da (gerekçelerin sonsuza gittiğini varsayma,
geriye gitmenin gerekçesiz inançlarda [metafizik ön-kabul] son bulmasını iddia
etmek, gerekçelerin kendi arasında bağdaşımsal bir ağ oluşturmasını sağlama,
gerekçenin geriye gidişini temel inançta sonlandırma) bu çözüm denemelerinin
zayıf ve henüz tamamlanmamış olduğunu söyleyip buraya bir nokta koyalım.
BİLİMSEL BİLGİ NASILDIR?
H
|
em
evrende çoktan var olmuş olgu ve olayların incelenip araştırılması hem de bu
olgu ve olayların insanlarca yeniden yaratılarak işlevsel bakımdan kullanılması
bilim ve tekniğin en temel iki amacı olarak gözükmektedir. Belli bir işleyişin,
sistemin veya doğa olayının içyapısını görmeye çalışan bilim insanının bu
çabası ise bazı sorgulamalar sayesinde belli bir biçim kazanarak dayanaksız
kalmaktan kurtulur. Bu sorgulamalar hem elimizdeki varsayımların daha sağın
hale getirilme olanağını ortaya çıkarır hem de söz konusu bu varsayımlar elde
edilirken kullanılmış olan yöntemin güvenilirliği ve gelecekte aynı tür durumlar
veya başka alanlara uygulanabilir olup olmadığı konusunda bize fikir verir.
Yukarıda bilimi gözlem yapan, gözlemini test eden, deney yapan, yaptığı
deneyleri tekrarlayarak güvenilir veri toplayan ve ortaya çıkan sonuçları
derleyip belli bir kuram oluşturarak bu kuramdaki hataları düzeltmeye çalışan,
hatalar düzeltilemeyecek kadar çok olduğunda kuramı toptan ve kökten
yanlışlayabilen ve eldeki veriler üzerinde kurgulanan yeni hipotezlerle yeni
kuramlar yaratmak için uğraşan bir araştırma, inceleme, açıklama ve serimleme
etkinliği olarak tanımlamıştık.
Burada bilimsel bilginin
yapısından söz etmemiz ve bu noktada da bilimsel bilginin gündelik bilgiden
farkına değinmemiz gerekir. Gündelik bilgi temel olarak her günkü yaşayışımızın
ve yaşayış şeklimizin dünyayla uyuşabilmesini sağlayan davranış kalıplarımızın,
duygu durumlarımızın ve yapıp etmelerimizin bizim tarafımızdan onaylanmış
halidir. Yani “ateşi görüyorum”, “annem pazara gitti”, “canım çok sıkıldı”, “şu
an güneş doğuyor”, “köpekler kavga ediyor”, “öğretmenimiz gelmeyecekmiş” gibi
cümleler kurarken kafamızda oluşan bir şekil, zaten hazır bulunan bir resim
vardır ve bu resim -ya da şekil- bizim kurduğumuz cümlenin içinde bulunan
önermenin gittiği/gösterdiği yön ve o yönde toplanmış kavram balonlarıdır.
“Ateşi görüyorum” derken ateşi ateş olarak ve görmeyi de görme olarak ele alıp
bunların fiziksel dünyadaki gerçekliklerini araştırmaya koyulmayız. Bizim için
yaşamsal faktörlerin işleyişini rahatça sürdürmesini sağlayan belli isimler
vardır ve bu isimleri kullanarak belli bir durumu veya olayı aktarmaya
çalışırız. Isı ve ışığı aynı anda saçan ve yanma, yakma, tutuşma gibi
eylemlerle belli bir ortaklığı olan şeye biz “ateş” deriz; bu ateş dediğimiz
şeyi gözlerimiz sayesinde algılama sürecine ise “görme” deriz. Böylece “ateşi
görüyorum” derken öne sürdüğümüz “burada yanan, ısı ve ışık saçan bir enerji
vardır ve ben bu enerjiyi gözlerim sayesinde algılamaktayım” önermesi bize
ontolojik olarak sorgulanabilir, gündelik bir bilgi vermektedir. İşte bilimsel
bilgi ile gündelik bilgi arasındaki ayrım da burada ortaya çıkar. Bilimsel
bilgi “acaba ateşi gerçekten görüyor muyum, yoksa bu sadece bir yanılsamadan mı
ibaret?” sorusunun yanıtında bulunmaz. Bilimsel bilginin bulunduğu bir önerme
ateşin nasıl, hangi koşullar altında ve neden yandığını görmek için harcanan
çabanın bir sonucudur; bu sayede meydana gelmiştir. Gündelik dilde söylenmiş
olan “ateşi görüyorum” cümlesinden çıkan bilgiler sonsuza dek sorgulansa da
tercih edilebilir, biri diğerinden daha seçilesi ya da geçici olarak da olsa
temel alınabilecek bir seçenek sunmaz. “Hayır, sen ateşi görmüyorsun, gördüğünü
sanıyorsun” iddiası ile buna karşı verilen “yanılıyorsun, oysaki ben ateşi
görüyorum ve sanma eylemi evrende bulunan bir eylem değildir” yanıtı arasında
tercih edilebilirlik bakımından bir fark bulunmadığı ortadadır. Gündelik bilgi
bizim için “orada” duran kalıplardır ve yaşamayı kolaylaştırır (belki de
zorlaştırır, bilemiyorum). Fakat bilimsel bilginin en önemli özelliği belli bir
amaca yönelmiş bilincin kestirme yollarından biri olmaktan çok doğrudan amacın
kendisi olmasıdır. Yani bilimsel bilgi bilgi edinme çabasının tam hedefindedir.
Bir bilinç ona ulaşmak istediği için bazı kestirme yollar kullanmaya çalışır,
onu kestirme yol haline getirmez. İşte bu yüzden, yani bilimsel bilginin
kendisi bir sonuç, bir veri, bir amaç, yorucu bir uğraşının doğurgusu
olduğundan onun türevleri arasından seçim yapılabilir ve bilimsel olan bir
bilgi ile öteki arasında birbirinden yeğ olup olmama durumu vardır. “Ateş
yanıcı bir gaz olan oksijenin tutuşma sıcaklığına gelerek ısı ve ışığa
dönüşmesi sonucunda ortaya çıkar” önermesi ile “ateş odun, kömür, kağıt, tahta,
plastik gibi cisimlerin yanma özelliği sayesinde ortaya çıkar” önermesi
arasında bir fark vardır ve bu fark dış-dünyaya dair yapılan irdeleyici
gözlemler neticesinde ortaya çıkmaktadır.
Bana kalırsa bilimsel bilginin
gündelik bilgiden farkı bazılarının söylediği gibi kesinlik-kesin olmama durumu
değildir; bilimsel bilgi kendi içinde belli bir hiyerarşi edinir ve bunun için
sebepleri ve dayanakları vardır. Oysa gündelik bilgide buna rastlanmaz ve
kurulan hiyerarşinin gerçekçi (dış-dünyada gösterilebilen) dayanakları yoktur.
Bilimsel bilgi de gündelik bilgi gibi potansiyel olarak kuşku duyulabilir bir
bilgidir; fakat onun elde ediliş yöntemi ile gündelik bilginin elde ediliş
tarzı arasında hem bir soyutluk-somutluk ayrımı hem de nasıl olduğunu
açıklama-ne olduğunu söyleme ayrımı bulunur. İşte bu yüzden bilimin nasıl
yapıldığı, nasıl yapılması gerektiği ve onun bilgi üretim sürecinin yapılış
şeklinden nasıl etkilendiğinin bilinmesi bilgi kuramı ve bilim felsefesi
bakımından önemli bir konudur (belki de değildir, bilmiyorum fakat en azından
şu an bizim için önemlidir ve eğer önemsizse bu önemsizliğin keşfedilebilmesi
için yine bu konu didiklenmelidir [o yüzden önemlidir]).
Bilimsel yöntemin bilimsel
bilginin yapısını belirlemesi ile bilimsel bilginin sezgisel olarak ele alınış
biçiminin bilimsel yöntemi etkilemesi arasında sıkı bir bağ vardır. Yani
kişilerin “bilimsel” olanı tanımlarken kullandığı paradigma genellikle bir
“kesinlik” algısı yaratır ve bilimsel olan, bilinçlerde “kesin” olana tekabül
etmeye başlar. Kesin olan ise ancak ve ancak bilimsel yöntemle elde edilir. Bu
bir tür kısır döngüdür elbette, fakat kesinlik arayışının bilimsel yöntemi
belirlemesi ile bilimsel yöntemin kesinlik türünü sunması arasındaki bu
ilişkinin ilk hangi unsur tarafından başlatıldığı çok da önemli değildir.
Önemli olan “kesinlik” ile “bilimsel yöntem” arasındaki sıkı bağdır.
Buradan yola çıkarak bilimsel
bilgi dediğimizde hangi bilimin bilgisinden ve hangi bilimsel yöntemin sunduğu
bilgiden bahsettiğimizi de belirtmemiz gerekir. Örneğin doğrulamacı bir bilim
anlayışından bahsederken bilimsel bilgi, öne sürülen bir postulatın belli bir
sayı ve yoğunluktaki doğrulayıcı kanıtları sayesinde doğru kabul edilen bir
bilgi türüyken yanlışlamacı bir bilim anlayışında bu, tek bir istisna yüzünden
bile olsa, doğru bir bilgi olmayabilir.
Fakat hangi bilimsel yöntemle
bilim yapılıyor olursa olsun, bugüne kadar icra edilmiş bütün bilimsel işlerin
belli ortak noktaları vardır ve bu ortak noktalar bulunduğu sürece o bilimsel
işlerden ortaya çıkan bilgiler doğru ya da yanlış olsalar da “bilimsel bilgi”
olurlar. Bilimsel bir bilginin hatalı, eksik veya tamamen yanlış olması burada
önemli değildir; bir bilgiye “bilimsel bilgi” diyebilmemizin yeter koşulu onun
bilimsel uğraşı ve bilimsel anlayış neticesinde -onlarla uyumlu olarak- ortaya
çıkmış olmasıdır.
O halde bilimsel bilgi, bilimin
ruhu diyebileceğimiz nedensellik, nesnellik, gözlem ve deney koşullarını yerine
getirerek yapılmış bilimsel bir etkinlik sonucunda ortaya çıkan, evrendeki olgu
ve olaylara ilişkin anlayışımızı genişleten -onda bir etki yaratan- bilgidir. “Araba
kontak anahtarı çevrilerek çalıştırılır” bilgisi teknik bir bilgidir örneğin,
bilimsel bilgi değildir; çünkü ne kontakla motor arasındaki bağlantıyı anlatır
ne de motorun çalışmasında kontağın nasıl bir etkisinin olduğunu söyler. “Güneş
her sabah doğar” cümlesi de böyledir… Bu cümle, her sabah gördüğümüz güneşin
neden sabahın belli saatlerinde orada olduğunu ve bunun nasıl gerçekleştiğini
söyleyen herhangi bir önerme barındırmaz -ve gündelik bir bilgi verir. Fakat bu
cümleye çok benzeyen “su 100 derecede kaynar” cümlesi bilimsel bilgi içerir ve
bilimsel bir önermedir. Aslında güneşin her sabah doğması ile suyun yüz
derecede kaynaması, uzaktan bakıldığında birbirine çok yakın gözükmektedir;
fakat suyun 100 derecede kaynadığının/kaynayacağının tespiti bir gözlem ve bu
gözlemi destekleyen bir deney sayesinde gerçekleştirilmiştir. Ayrıca su eğer
gün gelir de 100 derecede kaynamazsa bunun hangi şartlar altında olacağına dair
yapılan açıklama ve tahminler “su 100 derecede kaynar” önermesinin içerdiği
bilimsel bilginin sağınlığını artırır (örneğin yükseklere çıkıldıkça hava
basıncı azalmakta, bu da kaynama derecesini düşürmektedir). Oysaki güneşin
doğmadığı bir sabah olduğunda, bu durum, sırf “güneş her sabah doğar”
önermesinden ve onun ardında yatan sebepten (güneşin her sabah doğduğunun
görülmesi ile yapılan tümevarım) yola çıkıldığında, açıklamasız kalacaktır.
Çünkü gündelik bilgi bize herhangi bir ampirik temel sunmaz, gözlem ve deneyden
destek almaz ve onun elinde nesnel bir tahmin gücü yoktur. Kısacası bilimsel
bilgi bilimin özelliklerinin birebir içerir ve sanat bilgisi, din bilgisi,
teknik bilgi ya da gündelik bilgi gibi bilgilerden farkı içinde bulundurduğu
görece olmayan kesinliktir. Bu kesinlik onun hiç durmadan doğru olacağı ve hiç
değişmeyeceği anlamını taşımaz; bilimsel bilginin kesinliği onun elde ediliş
tarzında bulunan “kesinliği yakalamak için elinden ne geliyorsa yapma”
zorunluluğudur.
[1] Bertrand
Russell, Din ile Bilim (Religion and Science), Çev.: Akşit Göktürk, İstanbul:
Yapı Kredi Yayınları, 2008, s. 15-16
[2] Hans
Reichenbach, Bilimsel Felsefenin Doğuşu, Çev.: Cemal Yıldırım, 2. Basım,
İstanbul: Remzi Kitapevi, 1993, s. 38
[3] John R.
Searle, Zihin Dil Toplum, çev.: Alaattin Turel, İstanbul: Litera Yayıncılık,
2006, ss. 30-36
[4] Edmund
Gettier, “Is Justified True Belief Knowledge?”, Analysis 23 (1963), s. 121-123
[5] Buna
Osmanlıcada “Hış’a” denmektedir. (Hış’a: Anne öldüğünde annenin karnı yarılarak
çıkarılan çocuk)
[6] John L.
Mackie, “The Cement of the Universe: A Study in Causation”, Oxford (England):
Clarendon Press, 1988
Yorumlar
Yorum Gönder