YAPISALCILIK
Feyza
Ceyhan Çoştu
Yapının ne
olduğunu ortaya koyan, felsefi ve toplumsal problemleri yapı ve modellerle
açıklamaya çalışan yaklaşımın adıdır. Yani incelenen nesnenin yapısına
yönelmektir. Yüzeydeki fenomenlerin değil, derinde yatan bazı yasaların
oluşturduğu bir yapıyı aramaktır.
Yapısalcılık
20.yy’da bir tepki felsefesi olarak ortaya çıkmıştır. Geleneksel felsefenin
özneye, akla, metafiziğe dönük yüzü yapısalcılıkta tersine çevrilmiş ve özneden
bağımsız, metafiziğe düşman bir kıta felsefesi gelişmeye başlamıştır. Aslında
bir felsefi ekol oluşturma çabası değildir yapısalcılık. Her türlü kategorik
açıklamalara karşıdır. Tek yapmak istediği, kavramları ya da problemleri
açıklarken çözümleyici bir yapı modeli ortaya koymaktır. Bu anlamda
yapısalcılık kimine göre teori, kimine göre yöntem kimine göre ise çözümleme
yönelimi olarak tanımlanır.
Yapısalcılık
1950’li yıllardan itibarenSaussure ile öncelikle bir dil bilim teorisi olarak
ortaya çıkmıştır. Daha sonra RolandBarthes, L. Althusser, M. Foucault, J. Lacan
ve L. Strauss tarafından temsil edilmiştir.
Yapısalcılık, Saussuretarafından
bilimsel bir yaklaşım olarak tasarlandığı ve dilsel göstergeler dışında, bir
“gösterge bilim” olarak sunulduğu için yapısal dilbilimin yöntemleri 1960’lı
yıllardan başlayarak sosyal ve kültürel alanlarda da kullanılmaya başlandı. Bu
açıdan matematikten edebiyata, sinemadan ruh bilimine kadar her alanda
mevcuttur.
YAPI NEDİR?
Parçaları arasında yasaya uygunluk,
düzgün bağlantılar ve karşılıklı ilişkiler bulunan bütündür. Yapı, bir bütünle
parçaları arasındaki ve bir bütünün parçaları arasındaki ilişkiyi belirler. Ö;
İman’ı yapısalcı anlamda incelemeye kalksak önce yapılarına ayırmamız gerekir.
İman
: -inanılan
-inanan
-inanma durumu (olgusu)
İman, büyük bir yapıdır. Bu yapıyı
oluşturan da belli alt yapılar vardır. İnanılan, inanan, inanma durumu vs. Bu
alt yapılar birbiriyle karşılıklı ilişki içindedir. Aynı zamanda da bir üst
yapı ile (iman) ilişki içindedir. Bütün ise, daha genel bir yapıyla açıklanır.
Bu yapıların hepsi hem bir bütünlük içinde hem de özerk yapıdadır.
Yapıların Özellikleri
1. Bütünlük : Yapı, öğelerin toplamından daha fazla
bir bütünselliktir. Ö; insan dili yalnızca bir takım seslerin toplamı değildir.
Bu seslere ve bu sesler arasındaki bağıntılara dayanarak oluşan bir düzendir.
Yapının öğeleri, bütün oluştururken
bileşimler kurarlar, uyuşurlar ya da tersleşirler. Nesneler bileşiktirler yani yapılaşmışlardır.
Buna göre ayrıştırılabilir de. Bunun için öğelerine ayırmak gerekir. Öğeleri
de, nesnede var olan parçalarıdır. Öğelerine ayırmak da parçalamak da zordur.
Piaget şöyle sorar: “Bu bileşik bütünler her zaman bileşik miydiler? Biri
bunları birleştirdi mi?” Yapısalcılıkta görüş farklılıkları bunlardan çıkar.
2. Dönüşümler : Yapılar dönüşümler dizgesidir.
Piaget’e göre; “matematiksel gruplardan tutun, akrabalık dizgelerine kadar tüm
bilinen yapılar, dönüşüm dizgeleridir. Dönüşüm zamana bağlı bir süreçte
olabilir ( evlenmek zaman alır gibi) yada 1+1=2 eder, 3,2’yi takip eder gibi
zamandan bağımsızda olabilir.
Eğer dönüşüm kavramı olmasa, yapılar
devimsiz olacaktır ve bunları açıklamanın bir önemi kalmayacaktır. Bir yapının
öğeleri, bu öğelere uygulanan dönüşüm yasalarından ayırt edilmelidir. Yasalar
değişmez, yapının öğeleri değişip dönüşebilir.
3. Özde Düzenleme : Bir yapı kendisi olarak
kavranılabilir mi? Piaget’e göre; bir yapı kendi kendine yeter ve bilgisi için
yabancı bir öğe gerektirmez. Her yapı, bir başka yapıda alt yapı oluşturmayacak
biçimde özerktir. Burada kendi başına var olabilen yapılar benimsenir.
Yapısalcılık, bu ana noktalardan
hareketle 20.yy’da Saussure’la birlikte kendi yöntemini geliştirmiş ve
dilbilim, örnek bilim sayılmaya başlanmıştır. Bireyi, bireyi konu alan
araştırmaları ve tarihsel açıklamaların hepsini toptan reddeder. Yapısalcıların
çoğu, Psikanalizin bilinçdışını açıklama modeliyle, Marksizmin toplumsal
yapıları belirleme modelini benimsemiştir.
İnsan ve Toplum bilimlerde
yapısalcılık 3 ayrı evre içinde ortaya çıkar:
1.
Evre: Klasik yapısalcılık. Levi Strauss önderliğinde
toplumsal fenomenlere uygulanan yapısalcılıktır. Bir psikanalist olan Lacan,
Saussure’un kavramsal araçlarını, Freud’un bilinçdışı görünüşünü yeniden
teorileştirmede kullanır.
2.
Evre: Yapısal dilbilimin düzenle ilgili kavramları,
bütün olarak toplumda dahil olmak üzere, çok geniş bir alana uygulanır.
3.
Evre: Toplumsal hayatla ilgili yapıların eylemi nasıl
yönelttiği konusu üzerinde odaklanan teoriler
Yapısalcılıktan postyapısalcılığa
geçiş ise RolandBarthes ile olur. Temsilcileri Derrida, Fouccault gibi
DİLBİLİMDE YAPISALCI ARAŞTIRMALAR VE SAUSSURE
Saussure bir dilbilim teorisi
oluşturmuştur. Ona göre dile ilişkin araştırma, yapılardan oluşan linguistik
sistemi konu almalıdır. Bir dilin terimleri, öğeleri yani bütün sesler,
sözcükler ve anlamlar bir sistem içinde ortaya çıkar.
Yapısalcılık, Saussure tarafından
bilimsel bir yaklaşım olarak tasarlanmıştır ve bir “göstergebilim” olarak
sunulmuştur. Bu da bu yöntemin sosyal ve kültürel fenomenlerde kullanılmasına
yol açar.
Klasik dil anlayışına göre sözcükler,
dünyadaki şeyler için birer ad ya da etiket olma işlevi görürler. Yani insan,
nesneler dünyası içinde nesneleri algılama ile birlikte onlara isim vermeye
başlar. Saussure burada sözcükleri, dikkatimizi dünyada ki şeylere çeken sesler
veya kayıtlar olarak anlamaz. Bunun yerine direkt göstergelerin kendileri
üzerine yoğunlaşır ve “linguistik gösterge” adını verdiği bir sistemi anlatır.
Buna göre linguistikgöstergenin 2 ayrı yönü vardır: Birinci yönü maddi bir
temele dayanır ve ses öğesidir. İkinci yönü ise düşünceye dayalı olup bir
kavrama karşılık gelir.
Buna göre; dilsel her gösterge bir
kavramla iç içe girmiş bir ses olarak görülebilir. Saussure, bu iki unsurdan
fiziki ses yada ses imgesine “gösteren”, ilintili kavrama ise “gösterilen”
adını verir.
Gösterge alanı, gösteren(işitme, ses)
öğesiyle, gösterilen(kavram) öğesinden oluşur. Gösteren ile gösterilen, ses ve
kavram, hiçbir şekilde birbirinden ayrılmaz, iç içe geçmiştir. Dolayısıyla, dil
olmadan belirli bir anlamı ve içeriği olan herhangi bir düşünce söz konusu
olamaz. Nesnelerin dünyası dilin kendisi ve göstergeleri ile idrak edilir.
Dünyanın bilincine dil ile varırız. Ama aynı zamanda dünya dil ile de
yapılandırılır.
Klasik dil anlayışına göre, dil
dünyayı yansıtma işlevi görür. Yani dünyanın yapısıyla dilin yapısı uygunluk
gösterir. Saussure’a göre bu doğru olsaydı, bir dilden diğerine tercüme yapmak
çok kolay olurdu. Oysa bu zordur ve çeviride ince anlam farklılıklarını
veremeyiz. Çünkü farklı diller dünyayı farklı nesne türlerine bölerler. Bu
bölmelerin hayata geçirilme tarzında bir keyfilik söz konusudur. Ö; Türkçede
bir tane bilme sözcüğü var, fakat Almanca ve Fransızca’da insanları bilmekle,
olguları bilmek farklı iki kelimeyle ifade ediliyor. Bunun en önemli nedeni,
farklı çevrelerde yaşayan insanların çevrelerine farklı şekillerde değer
vermeleri ve onu farklı değerlendirmeleridir. Ö; çok gür bitki örtüsünün olduğu
yerlerde insanlar yeşilin farklı tonlarını bilirler ve ayrımını yaparlar, bu da
yaşama uyum sağlamak içindir.
Dillerde keyfilik söz konusudur. Ses
ile bu seslerin gösterdiği kavramlar arasındadır keyfilik. Yani gösteren ile
gösterilen arasındaki ilişki, zorunlu bir ilişki değildir. Saussure bu
keyfiliği ve dilsel sistemi yaratan şeyin, sosyal olgular olduğunu dile
getirir. Buna göre bir toplum her nasılsa yaratmış olduğu dil yoluyla, dünyanın
olma tarzını belirler. Yani dünya kişiden kişiye toplumdan topluma değişir.
Pekilinguistik durumu, dilsel
koşulları birey mi toplum mu yapar?
Bireyin düşüncesini şekillendiren,
içinde yaşadığı ve onu büyütüp yetiştirenlerce kullanılan dil ile şekillenir.
Yani varoluşçuların dediği gibi birey dünyaya atılmış değildir, birey belli bir
dilsel sistemin, linguistik dünyanın içine fırlatılmıştır. Dolayısıyla bireyin
anadilinin etkisinden kurtulması mümkün değildir.
Saussure, “göstergelerin keyfiliği”
görüşünü, tek tek her göstergeyi diğer göstergelerle ilişkisi üzerinden
tanımlar. Buna göre göstergeler ve sözcüklerin anlamları, kendilerinin karşıtı
olan göstergelerle belirlenir. Buna “ikili karşıtlıklar” denir. Ö; siyah-beyaz,
iyi-kötü, yeşil-yeşil olmayan gibi sayısız karşıt ikilikler bulunur dil
sisteminde.
Saussure’un dil analizleri tarihsel
değildir. Dili zamanın mevcut döneminde kalarak araştırır. Bu eş zamanlı
yaklaşımdır. Bir de dili, geçen zamanla birlikte, tarih içinde izini sürerek
araştırı ki bu da art zamanlı bir yaklaşımdır. İkisi arasında ayrım yapar ve
öncelikle dilin sadece art zamanlı bir yaklaşımla ele alınıp
araştırılabileceğini söyler. Daha sonra tarihsel dil bilgisi diye bir şey
olmadığından art zamanlı araştırma sonuç vermez. Art zamanlı, eş zamanlı
yaklaşıma bağlı olmalıdır dolayısıyla tarihsel değildir. Ama toplumsaldır.
İnsan için temel olan, konuşmaktan ziyade, dil oluşturma yeteneğidir. Dil,
konuşma ve sözden önce gelir ve her durumda toplumsal olmak durumundadır.
RUHBİLİMDE YAPISALCILIK
Yapısalcılığın psikolojiye girişi ilk
psikoloji laboratuvarını kuran W.Wundt’a dayanır. Psikolojide yapısalcılığın
gelişmesi ise Gestalt kuramı ile olur.
Gestaltcılara göre, tüm olgular
bütünlükleri içinde anlaşılmalıdır. Bütünü parçalayarak araştırmak bize sonuç
vermez. İnsan bir bütündür.
Gestalt psikolojisi, saf, yaratım
tarihinden uzak, işlevsiz ve özneden ayrı yapılar arayanlara uygun bir yapı
türü ortaya koymuştur. Piaget’in yapısalcılık fikrinin oluşumunda etkili olan,
Geştalt kuramının kullandığı bütünlük, dönüşüm, özde düzenleme kavramlarıdır.
Piaget’e göre Gestaltçılar algıdan zekaya kadar tüm psikolojik kavramlara
uygulanabilecek tek bir tip yapı kabul etmişlerdir.
Piaget, farklı olarak zekaya özgü
yapıları analiz etme çabasına girer. Ayrıca yapısal değişiklikleri gelişimin
bir işlevi olarak sunar ama Gestalt psikolojiyi yaştan bağımsız ele alır.
Lacan ise Freudcu ruh çözümlemeyi
yeniden yapılandırmıştır. Ona göre psikanaliz bir bilimdir ve bir tek nesnesi
vardır o da bilinçdışı.
Lacan, Freud’un temel kuramlarından
yola çıkarak geliştirdiği kuramı ile psikanalize farklı bir yaklaşım getirir. Psikanaliz
ile yapısalcı dilbilim arasında ilişki kurar. Freud’un bilinçdışının işleyişi
hakkında öne sürdüğü mekanizmaların aynen dilde de olduğunu söyler. Ona göre
bilinçdışının da bir dili vardır ve bu bilinçdışının dilinin de bütün dil
dizgeleri gibi kendine özgü bir yapısı vardır. Bilinçdışının arzu veya
dürtülerinin anlamı onun içinde edindikleri göstergebilimsel dizgenin dışında
değildir.
Dil gibi yapılanmış olan bilinçdışıda
devamlı devinim halinde olan bir yapıdadır. Freud, bilinçdışındaki arzuların
bilince nasıl çıkarılacağı üzerinde dururken, bunların düzen ve anlama sahip
olması gerektiğini vurgulayarak, onları anlaşılabilir ve yönlendirilebilir
yapılar olarak düşünmüştür. Lacan ise ben’i sabitleştirme çabalarının olanaksız
olduğunu göstermeye çalışır. Sabitleme yani ben, ona göre bir yanılsamadır.
Derrida ve Foucault ise, Freud’u
yalnızca bilincin ve ben’in yanılgılarını ortaya çıkardığı için değil, fakat
Batı felsefe geleneğinin temelinde yer alan akıl ve gerçek düşünlerinin anlamsızlığını
gösterdiği için olumlu karşılamışlardır. Ama bir yandan da nihai sonuca
götürmediği için eleştirmişlerdir.
Deleuze ise psikanaliz ve Freud
konusunda eleştirel tavır geliştirmiş bir filozoftur. Psikanalizin bilinçaltını
çocuklukta ki bir takım olaylarla açıklanmasına karşıdır. Bilinçaltını
indirgemek istemez çünkü onu toplumsal, siyasal ve tarihsel olarak üretmek
gerektiğini söyler. Ayrıca psikanalizin insanları konuşmaktan alıkoymak için
oluşturulmuş bir makine olduğunu söyler. Analize başlayınca konuşma hazasına
girilir ama tek amacı anlatım koşullarını bastırmaktır. Sorunların ise sadece
aileden kaynaklı oluştuğu fikrine de karşıdır. Çünkü çoğu sorunun nedeni toplum
ve tarihsel geçmişten kaynaklanır. Psikanalizin diğer bir çıkmazı, ne zaman bir
şey söyleseniz aslında başka bir şey söylemek istiyorsunuzdur. Bu da egoda
çatlak oluşturur. Psikanaliz ayrıca kendine özgü bir iktidar yapısını ima eder.
Aktarımla başlayan ama analistin sessizliğiyle sona eren ve bu sessizliğin en
kötü yorum olarak düşünülmesidir. İşte bu noktalar Deleuze’e göre psikanaliz
yönteminin çıkmazlarıdır. Tıpkı bunun gibi Marksizm’de bir tür bellek adına,
bir bellek kültürü adına konuşurlar. Yine aynı zamanda, ikisi de farklı şekilde,
bir gelişmenin gereklilikleri adına konuşurlar. Deleuze’e göre olumlu bir
unutma gücü adına konuşulması gerekir. Yani her bireyin kendi az gelişmişliği
kendisi için ne ifade ediyorsa, onun adına konuşulmalı. Burada yapısalcıların
da dediği gibi, kategorik sınıflamaların bir üst tarafından yapılmaması
gerektiğine vurgu vardır. Deleuze, bunu yapan iki yaklaşıma- Marksizm ve
Psikanaliz- eleştirel yaklaşır.
SOSYAL BİLİMLERDE YAPISALCILIK
Levi Strauss, yapısal dilbilimin
yapıyla ilgili kavramlarını çok az değiştirerek; akrabalık bağları, mitler, din
ve ideoloji gibi toplumsal fenomenlere uygular.
Strauss’a göre yapı kavramının ya
anlamı yoktur ya da bu anlamın kendisinin bile bir yapısı vardır. Yapı, birçok
koşulu taşıyan bir modelden oluşur. Yapısalcılığı dil felsefesinin
sınırlarından çıkarıp yaygınlaştıran Strauss’a göre akrabalık da dil gibidir.
Blli öğeler veya bağıntılardaki bir değişiklik, düzenin tümünün değişmesine yol
açmaktadır. İşte Strauss’un amacı, bu dizgeyi oluşturan birimleri ve kurdukları
denge düzenlerini ortaya çıkarmaktır.
Strauss, insanın ruhsal, düşünsel
kaynaklı kültür verilerini değerlendirir. Yani kültür alanında kendini gösteren
bilinçaltı ürünleri araştırır.
Strauss, bilimselliğe, senteze
götüren 3 yolu olduğunu söyler: Jeoloji, Freud ve Marx.
Strauss’a göre jeoloji hem zaman
boyunca olanı hem de eşzamanlı olanı araştırır. Psikanaliz ise jeolojinin insan
bilincine uygulanmasıdır. Marx’ın ise ekonomi ile ilgili çalışmalarındaki
“model” düşüncesi Strauss’u etkiler. Bu üç alanda incelenen konunun ardındaki
gerçekliğe geçmek ister. Ö; Freud, bilinç olaylarını bilinçdışıyla açıklar.
Marx, kültüre, ideolojiye ilişkin olanı ekonomi ile kavramaya çalışır.
Strauss’ta gözlemlenebilir olanın temeline gitmeyi amaçlar. Yapısalcılar
açısından ise bu alanların birleştiği en önemli nokta öznenin maskesinin düşürülmesinin
başarılması yani öznenin merkezden uzaklaştırılmasıdır.
Yapısalcılığın kuralsız, öznesiz,
geleneksiz, kategorisiz bir felsefe oluşturma isteği zamanla birçok düşünürü
etkilemiş ve düşünürler geleneksel felsefenin literatüründen uzaklaşmışlardır.
Artık herkesin anlayabileceği, tümel olana işaret etmeyen, gündelik hayata
yakın felsefeler oluşmaya başlamıştır.
POSTYAPISALCILIK
Yapısalcılıktan postyapısalcılığa
geçiş, sırasıyla önce yapısalcı sonra postyapısalcı olan RolandBarthes ile
olmuştur. Diğer postyapısalcı düşünürler Derrida, Foucault, Deleuze, Levinas
ise daha sonra başka bir çalışma için ayrıntılı olarak anlatılacaktır. Bu
çalışma da postyapısalcı olarak sadece
geçiş düşünürü R. Barthes’den bahsedilecektir.
Barthes, Saussure’ün yapısalcılığı
ile LeviStrauss’un yöntemlerini antropolojiye, Lacan’ın ise psikolojiye
uygulamasını benimser ve aynı yöntemleri çok çeşitli kültürel fenomenlere
uygular.
Ona göre dil, sosyal ve kültürel
yaşamı anlamanın temelidir, der ve mit ve efsanenin günümüzde oynadığı rolü
analiz eder. Ona göre mit, ne kavram, ne fikir ne de nesnedir. Mit, bir mesaj
olmak durumundadır. Dilden ziyade, sözün bir ürünüdür.
Barthes, kültürel fenomenleri, tıpkı
bir düşü yorumluyormuş gibi, gerideki bilinçdışı anlamları gün ışığına
çıkartmak amacıyla okuyup anlayabiliriz, der. Yani yapısalcı analiz; daha
önceden farkına varılmamış bu yönleri gün ışığına çıkartmak için
kullanılabilir. Barthes’in semiyolojisi bu amaç ile ortaya çıkar.
Barthes, böylece yapısalcı yöntemin
kapsamını genişletir.( Ö; gıda rejimi, moda sistemi üzerine gibi) Mitolojiye de
uygular. Çağdaş mitler üzerinde yoğunlaşır. Mitolojik anlatımın egemen
kapitalist sistemin ideolojik bir aracı haline gelmiş olduğunu belirler. Ö; bir
magazin dergisinin kapağında yer alan bir fotoğrafın, çok temel bir burjuva
efsanesini anlamlandırdığını gösterir. Fotoğrafta siyahi bir asker Fransız
bayrağını hoşnut bir biçimde sallamaktadır. Barthes, bu fotoğraftaki
göstergenin anlamının Fransız sömürgeciliğinin örtülü bir savunması diye analiz
eder.
Barthes, çağdaş efsanelerde de bir
aldatmanın söz konusu olduğunu öne sürer. Buna “ispat-ı gaybubat” der. Yani
kendisine suş yüklenen kişi, suçun işlendiği anda başka yerde olduğunu öne
sürer, suçsuzluğunu kanıtlamaya çalışır. Buna göre, efsane politik amaçlarla
kullanıldığında yani sözgelimi bir politik lider sıradan birini elini sıkarken
gösterildiği zaman bu tokalaşma, o lider için isbat-ı gaybubat olur. Liderin
ellerinin temiz olmadığı, ahlaksız biri olduğu yönündeki kuşkular, tokalaşma
ile o liderin saflığını, temizliğini temsil eder.
Barthes, efsaneyi muhafazakarların
bir silahı olarak görür ve onun politik iktidarı elinde bulunduran burjuva
sınıfının işine yaradığını söyler.
Barthes, postyapısalcılığa geçişte
ise Saussurecü dilbilime bağlılığını korur fakat dilin bizi belli şekillerde
düşünmeye zorladığını söyler. Bilimlerin toplumsal meşruiyetlerini tartışmaya
açar ve yapısalcılığın bir bilim olma iddiasını sorgularken, yapısalcılıktan uzaklaşır.
Ona göre edebiyat, linguistik bilimden çok daha temel bir araştırma alanıdır.
Hatta linguistik bilim, edebiyattan daha aşağı bir konumdadır. Buna göre;
metin, söylem ve edebiyat her şeydir.
Barthes, önce yapısalcı yöntemi
kullanırken, şimdi metin her şeydir diyerek, edebi analiz yöntemlerini
kullanmaya başlar. Yıktığı ilk efsane de bilim efsanesidir. Daha sonrada yazar
efsanesini yıkmaya geçer. Ona göre yorumun merkezinde, metni yazan kişi değil,
metnin kendisi olmalıdır. Yazının ödevi, dile getirilen anlamı ortaya çıkarmak,
metnin gizlerini aramak değil; metnin anlamlarını olabildiğince çoğaltmaktır.
Okuyucu bu noktada artık anlam kazanır.
KAYNAKÇA
Barthes, Roland,(çev. Mehmet-Sema Rıfat)Göstergebilimsel
Serüven, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1997
Cevizci, Ahmet, Felsefe Tarihi, Say
yayınları, Ankara 2011
Hekman, Susan, Bilgi Sosyolojisi ve Hermeneutik, Paradigma,
İstanbul 1999
Kızılçelik, Sezgin, Sosyoloji
Teorileri, Emre Yayıncılık, Konya 1994
Şaylan, Gencay, Postmodernizm, İmge
Kitabevi, Ankara 1999
Timuçin, Afşar, Düşünce Tarihi 3, Bulut yayınları, İstanbul
2001
Yorumlar
Yorum Gönder