DİNİ CEMAATLER SİVİL TOPLUM ÖRGÜTÜ MÜDÜR?
Hasan Yücel Başdemir
Sivil
toplum devletin yetki ve sorumluluklarını üzerine alan devletin dışındaki
barışçıl faaliyet ve organizasyonların tümünü ifade eder. Genel olarak bu
şekilde tanımlanmasına rağmen dini cemaatlerin sivil toplum kabul edilip
edilemeyeceği çoğu zaman tartışma konusu yapılmaktadır. Hatta bazen dini
cemaatlerin, kapalı ve içe dönük olmaları yanında kendi başına karar alamayan
bireylerden oluşan yapıları olduğu nedeniyle sivil toplumun gelişmesine engel
olduğu ileri sürülmektedir. Bu iddialara dayanarak dini cemaatlerin sivil
toplumu temsil etmedikleri ileri sürülmektedir. Bu yaklaşımlar doğru mudur?
Dini cemaatlere sivil toplum kuruluşu diyebilir miyiz? Sivil toplumun ne olduğu
ve neler yaptığı üzerinden bu tartışmayı sürdürmek mümkündür.
Demokrasi
kültürü hakkında konuşulmaya başlandığında genellikle Türkiye’de sivil toplumun
gelişmediği ve bunun nedeninin de özgürlükler ve demokrasi konusunda yeterli
tarihsel deneyime sahip olmadığımız söylenmektedir. Gerçekten de demokrasi
kültürü ve özgürlüklerin gelişmesi, sivil toplumun gücüne bağlıdır. Ancak sivil
toplumun güçlenmesinin önünde iki önemli engel vardır. Birincisi, şiddet ve
güvensizlik ortamının olması, ikincisi ise devletin bireysel ve toplumsal
hayatın tümüne kuşatıcı bir şekilde hâkim olmasıdır.
Rekabetin
barışçıl ve güvene dayalı olmadığı toplumlarda sivil toplum gelişemez. Bu,
üzerinde konuşulması ve düşünülmesi gereken önemli bir sorundur. Fakat bu
çalışmada daha ziyade ikinci durum üzerinde durulacaktır. Yani barışçıl rekabet
ortamı potansiyeline sahip olmakla birlikte devlet faaliyetinin sınırlarının
geniş olduğu yerlerle ticaret, eğitim, sağlık gibi temel hizmet alanları
yanında demokrasi kültürü ve özgürlüklerin gelişmesinin de güç olduğu üzerinde
durulacak ve devletin sorumluluklarını ticari kuruluşlar ve dini cemaatlerle
paylaşmasının önemi ve gerekçeleri ortaya koyulacaktır. Devlet faaliyetinin
genişlemesi, sivil toplumun gücünü ve etkisini azaltır; daha da önemlisi
geçmişteki deneyimlerle oluşturulmuş toplumsal bir hafıza olan sivil toplumun
sahip olduğu bilginin unutulmasına ve devlet dışı organizasyon kabiliyetinin
ortadan kalkmasına neden olur. Bu açıdan sivil toplum ile devletin faaliyet
alanı arasında ters orantı vardır.
Sivil
toplum geliştikçe devletin faaliyet alanı daralır. Bu daralma, devletin
vatandaşlarına karşı üslenmiş olduğu sorumluluklarını sivil organizasyonlara
devretmesi anlamına gelir. Bu durum, bir taraftan devletin asli sorumluluklarına
yönelmesine; denetim ve suçları takip konusunda daha verimli çalışmasına neden
olurken diğer taraftan toplumdaki beklentilere uygun hizmetlerin rekabet
halindeki bilgi ve araçlarla daha yetkin bir şekilde sunulmasını mümkün kılar.
SİVİL TOPLUM NEDİR?
“Sivil toplum” kavramının tarihi ile ilgili
birçok tartışma yürütülmektedir. O, genellikle teknik bir ifade olarak alınır
ve bunun, modernite ile birlikte ortaya çıkan bir olgu olduğu ile sürülür. Bu
bakış, sivil toplumun tarihini geçtiğimiz 50-60 yılla sınırlamaktadır. Bazen
onun feodalitenin son bulmasıyla ilişkili olduğu bazen de Sovyetler Birliği’nin
dağılması ve ondan sonra piyasa ekonomisini benimseyen ülkelerdeki süreci
tanımlamak için kullanıldığı ileri sürülür.
Teknik
kullanımıyla “sivil toplum” ifadesinin tarihi Thomas Hobbes ve John Locke’a
kadar geri gider. Locke, sivil topluma oldukça geniş bir anlam vermiştir. Ona
göre doğal durumdan çıkmış ve haklarının bir kısmını kamuya devretmiş olan
insanların oluşturmuş olduğu bir toplumda her nerde belli bir amaç için bir
araya gelmiş insan varsa orada sivil toplum vardır. Bir kamu otoritesinin
kurulmasından sonra doğal durum sona erer fakat insanlar doğal durumda
yaptıkları birçok şeyi devam ettirirler. Sözleşmeden sonra kamu dışında
yürütülen faaliyetler, sivil toplumu ifade eder.[1]
“Sivil
toplum” kavramının bir soy kütüğe ihtiyacı yoktur. Kamu otoritesi dışında
belirli bir amaç için bir araya gelmiş insanların oluşturduğu gönüllü
organizasyonların tümüne sivil toplum adı verilir. Ticari şirketler, dini cemaatler,
Kiliseler, hemşeri dernekleri, engelli dernekleri, işçi sendikaları, meslek
örgütleri, kadın hareketleri, spor ve müzik kulüpleri, yardımlaşma ve eğitim
dernekleri ve belki en önemlisi aileler gönüllü olarak kurulan sivil
yapılardır. Bu açıdan sivil toplum, kamu otoritesi dışında örgütlenmiş her
türlü faaliyetin adıdır. Onların amacı, kamu otoritesinin tek başına veya tek
bir merkezden çözmeye çalıştığı sorunları daha fazla imkâna ve bilgiye sahip
olan ve sorunları daha iyi bilen kişilerin oluşturduğu işbirlikleri ile
çözmektir.
Locke’un
metaforundan hareket edersek doğal durumda bireyler ve onların oluşturduğu bazı
gruplar vardır. Doğal durumda birey ve grup ilişkileri, sahip olunan bazı
haklardan vazgeçilmesini gerektirecek şekilde karmaşık hale gelir. Bu
karmaşanın ortaya çıkardığı şiddet durumlarını engellemek amacıyla yapay bir
organizasyona ihtiyaç duyulur. Bu organizasyon, devlettir ve devlet, sözleşme
yoluyla bireylerin haklarının bir kısmını devralır. Sözleşme sonucu ortaya
çıkan devletin asli görevi, muhtemel menfaat çatışmalarını engellemek ve
bireylerin yaşama hakkı, mülkiyet hakkı ve özgürlükleri başta olmak üzere
haklarını korumaktır. Doğal durumda sınırsız özgürlüğe sahip olan bireyler,
devletin oluşmasıyla yeni bir toplumsal statüye de sahip olurlar: vatandaşlık.
Vatandaş, haklarının bir kısmını kişisel menfaatlerini koruması karşılığında
devlete devretmiş ve kanunla sınırlanmış olan bireylerdir. Ancak onlar, bütün
sorumluluk ve ilişki biçimlerinden (bireyselliklerinden) feragat etmiş
değillerdir, hala doğal durumdaki faaliyetlerinin çoğunu sürdürürler. Doğal
durumdakinden farklı olarak bunu bireyler olarak değil vatandaşlar olarak
sürdürürler yani üzerlerinde bazı kanuni sınırlamalar vardır. Lockeçu anlamıyla
sivil toplum, kanuni sınırlamalara tabi olarak faaliyet yapan her türlü devlet
dışı gönüllü faaliyetin adıdır.
Gönüllü
organizasyonların içyapılarının demokratik olması, şeffaf olmaları, hiyerarşik
olmamaları gibi ön koşulları yoktur. Bir ailenin, ticari şirketin ya da dini
cemaatin içyapısının hiyerarşik olup olmaması, onun sivil toplum olup
olmadığını değerlendirmek için yeterli değildir. Sivil toplum olmanın ilkeleri
basittir. En önemli ilke, organizasyonun gönüllü olmasıdır. Bireyler, gönüllü
olarak hiyerarşik yapılar içinde yer alabilirler. Burada sadece kamu otoritesinin
ve diğer insanların gönüllülüğü denetleyebilme süreçlerinin açık olması ön
koşul olarak ileri sürülebilir. Ayrıca sivil toplumun içe kapalı olmasından
daha kötü olan şey, devletin içe kapalı olmasıdır. Çünkü cemaatlerin alternatifleri
vardır ama kamu otoritesinin alternatifi yoktur. Diğer ilke ise şiddet ve
başkalarının menfaat ve özgürlüklerine zarar vermek için bir araya gelmemiş
olmaktır. Bu, sivil toplumu suç örgütünden ayırır.
İnsanlar,
hayatlarını kolaylaştırmak ve günlük işlerini yürütmek için bir araya gelirler
ve bir amaç etrafında faaliyet yaparlar. Bu şekilde oluşmuş her türlü
birlikteliğe sivil toplum adı verilir. Dini cemaatler, bu nitelikleri
taşıdıkları sürece sivil toplum örgütüdürler. Dini cemaatleri siyasal organizasyondan
ayırmanın en iyi yolu, onlara toplumsal faaliyet alanı açmaktır. Başka ifade
ile devletin bazı kamu hizmetlerini cemaatlerin yapmasına imkân tanımasıdır.
Türkiye’deki
dini cemaatlerin çok büyük kısmının bu özellikleri taşıdığı açıkça ortadadır.
Bazen tikel örneklere dayanarak dini cemaatlerin aslında böyle olmadığı ileri
sürülmektedir. Ancak bu tür örnekler devlet de dâhil olmak üzere şirketler,
spor kulüpleri veya insan hakları örgütleri için de mümkün olabilir. Bu nedenle
dini cemaatlerin olumsuzlukları, sivil toplum kabul edilmeyişlerine gerekçe
yapılamaz. Onlar, ticari kuruluşlar ve aileden sonra en önemli sivil
organizasyonlardır.
DEVLET VE SİVİL TOPLUM
İLİŞKİSİ: SORUMLULUKLAR
Sivil
toplumun varoluş amacı, ihtiyaçları karşılamak, menfaatleri korumak ve amaçları
gerçekleştirmek gibi insani beklentilere uygun faaliyetler yapmaktır. Ancak
biz, devletin de benzer faaliyetler yürüttüğünü görür ve hangi koşullarda
bunları devletin veya sivil toplumun yapmakla mükellef olduğunu sorgularız. Bu
konuya iki temel yaklaşımdan bahsetmek mümkündür: 1. Devletçi bakış 2. Liberal
bakış.
Devletçi
bakış, biri ılımlı diğeri katı iki yaklaşıma dayanır. Tüm faaliyetlerin devlet
eliyle yürütülmesi gerektiği ve sivil toplumun yıkıcı olduğu şeklindeki totaliteryen
bakış, aşırı devletçidir. Devlet, bireyin ve toplumun her türlü ihtiyaç ve
beklentilerine karşılık vermekle yükümlüdür. Liberal bakış ise devleti bir gece
bekçisine benzetir. Onun tek işlevi, sivil toplumun işleyişini engelleyen
durumlara müdahale etmek ve onun önünü açmaktır. Devlet, minimum seviyede
sınırlayıcı olan kanunların uygulayıcısıdır ve bu kanunlar bireyleri korumak ve
gönüllü faaliyetleri sürdürmek için ihdas edilir. Bu nedenle meşru kanunlar
sivil topluma sınırlama getirmez sadece şiddeti engellemek, faaliyet
önceliklerini belirmek gibi nedenlerle tesis edilirler.
Ilımlı
devletçilikte eğitim, sağlık, taşımacılık, güvenlik gibi sektörlerde devletin
bu süreçlerin en üst seviyede parçası olması istenir. Liberal perspektifte ise beklenti,
tam tersinedir. Bu alanların dışında kaldığı sürece devlet, asli sorumluluğunu
yerine getiriyor demektir. Sivil toplum, ihtiyaç duyulan her alanda faaliyet
gösterir ancak onların organizasyon kabiliyetini aşan durumlarda kamu otoritesi
devreye girer. Bu açıdan sivil toplumun çalışma alanları eğitim, sağlık,
güvenlik, ticaret, sanayi, spor, eğlence, sanat başta olmak üzere insan
hayatının tüm yönlerine uzanır.
Devletin
bu alanlarda faaliyet göstermesi, sivil toplumu zayıflatır. Türkiye örneğinde olduğu
gibi bu alanların bir kısmında devlet ve sivil toplum birlikte çalışır. Fakat
bu durum, çoğu zaman sivil kuruluşların devletle rekabet edememesine ya da
devlete angaje olmasına yol açar. Arzu edilen şey, devletin bu alanlardan
mümkün olduğunca çekilmesidir. Sivil toplumun gelişmediği yerlerde tüm toplum hizmetleri
tek bir merkezden yürütülür. Bu durum, hem rekabeti azaltarak hizmet
maliyetlerini artırır hem de bize her türlü hizmeti veren kamu otoritesinin
bizden her şeyimizi alacak kadar güçlü olmasına yol açar. Kamu otoritesinin bu
oranda güçlü olması, vatandaşlar üzerinde belirlemelerde bulunmasına ve bu
şekilde otoriter devletin oluşmasına yol açar. Bu açıdan sivil toplumun güçlü
olması, özgürlüklerin de gelişmiş olduğuna işaret eder.
Dini
cemaatler, ticari kuruluşlar ve aileden sonra en güçlü sivil toplum örgütleridir.
Ticari amaçtan daha ziyade yardımlaşma esasına dayanan dini cemaat
faaliyetleri, gönüllülük ve manevi sorumluluk gibi nedenlerle verimli sonuçlar
ortaya çıkarır. Dini cemaatlerin sosyal faaliyetlerinin temel güdüsü, “dine
hizmet etmek” olmakla birlikte bu faaliyetlerin ortaya çıkardığı sonuçlar, toplumun
tüm alanlarına hizmet eder. Şu örnek üzerinden düşünelim. Üniversiteyi kazanan
bir genç, parasal imkânlarının elvermemesi nedeniyle bir dini cemaatin yurdunda
kalmayı tercih ediyor. Burada ücretsiz veya piyasanın çok altında bir ücretler
kalması, aslında dolaylı olarak dini eğilimleri olmayan diğer öğrencilerin daha
ucuz hizmet almasına neden olur. Çünkü yurtlara talebin azalması hem arzı
düşürecek hem de pazarlık imkânını artıracaktır.
Sivil
toplumun faaliyet alanını genişletmesi, bireysel özgürlüklerin de artmasına
neden olur. Ticarette ve dini alanda devlet dışı faaliyetlerin artması, özgürlüklerin
de arttığının göstergesidir. Sovyetler Birliği’nde sivil toplum yoktu. Bu
nedenle özgürlükler de yoktu. Aynı zamanda orada serbest ticaretin ve dini
faaliyetlerin de yasak olduğunu biliyoruz. Yine sivil toplumun olmaması,
devletin anlamsız yasaklarına karşı koyacak sivil güçleri de ortadan kaldırır
ve devletin keyfi kanunlar koyarak özgürlükleri sınırlamasına neden olur. Ancak
devletçi bakışın bu eleştiri karşısında ortaya koyacağı temel itiraz, işçi
sendikalarının devlet karşısında bireylerin haklarını koruyacağıdır. Fakat
sivil toplumu, memur ve işçi sendikaları ile özdeşleştirmek oldukça hatalıdır.
Çünkü bazı sivil kuruluşlar, sivil toplum olarak iş görmezler.
DEVLETE BAĞLI SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI
Devlete
bağlı devlet dışı organizasyonlar, genel literatürde “governmental non-governmental
organization” ifadesinin kısaltması olarak GO-NGO diye ifade edilir. Bunu
Türkçede “devlete bağlı sivil toplum kuruluşları (DB-STK) şeklinde ifade
edebiliriz. Bunlar devlete bağlı olmakla birlikte sivil toplum kuruluşlarının
çalışma şekillerine göre faaliyet yürüten kuruluşlardır. Türkiye’de TOBB,
Şoförler Odası, Esnaf ve Sanatkârlar Odası, Diyanet Vakfı ve diğer sanayi ve
ticaret odaları başta olmak üzere birçok meslek kuruluşu, hükümetlere bağlı
olarak çalışan STK’lardır.
Sivil
toplum örgütleri, devletle birey arasında aracı kurumlardır. DB-STK’lar da
genellikle STK’lar ile devlet arasında aracı kurumlar olarak çalışır. Ancak
bunlar, çoğu zaman özel ayrıcalıklara sahip olurlar. Bu ayrıcalıklar, onları
rekabet koşullarının dışında tutar ve sivil topluma rakip hale getirir. Bu nedenle
bunlara tam olarak sivil kuruluşlar denemez. Bunlar, yarı sivil toplum
kuruluşlarıdır (semi-STK). Diğer taraftan Türkiye’de bazı sivil kuruluşlara
“kamu yararına çalışan dernek ve vakıflar” nitelemesi ile açık bir özel statü
verilmiştir. Bu niteleme, açıkça sivil toplum düşüncesi ile çelişir çünkü tüm
STK’lar kamu yararı için çalışan örgütlerdir. Üçüncü olarak bazı dermek ve
vakıflar ise devleti vatandaşlara karşı savunma veya hükümet politikalarını
meşrulaştırma görevini gönüllü olarak üzerine alır. İşçi ve memur sendikaları
ile ADD ve ÇYDD gibi dernekler, bu statüdedir. Bunlar gönüllü kuruluşlar
olmalar nedeniyle sivil toplumun niteliklerini taşırlar. Fakat bu derneklerin
geçmişte belirli faaliyetleri yürütmek için devletten özel ödenekler almaları
ve sendikaların üyelerine devletin ilave aylık ücret ödemesi (şuanda aylık 15
TL) gibi durumlar, devlet ile sivil toplum arasındaki ayrımı zedelemektedir.
Türkiye’de
varolan diğer bir tür STK ise Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı adıyla
valilikler bünyesinde faaliyet gösteren kurumdur. Bu kurum, tamamen devlete
bağlıdır ve yardıma muhtaç olanlara hizmet verir. Ancak Türkiye’de bu kurumun
çalışmaları ile ilgili temel sorunlardan biri, muhtaç durumda olmayanlara
yapılan yardımlarla ilgili şikâyetlerdir. Bunun gerçekten doğru olup olmadığı
özel bir araştırma konusu olmakla birlikte bu alanda çalışan özellikle dini
cemaatlerin daha başarılı olduğu çok açıktır. Mahallenin içinden partnerlerle
çalışan dini yardım kuruluşları, muhtaç olanları daha kolaylıkla tespit
edebilmekte ve hatta hangi tür yardımların ne şekilde karşılanacağı konusunda
etkili yöntemler geliştirilmektedir. Örneğin alkol bağımlısı eşlerin ailelerine
yapılan yardımlar, denetlenmekte ve onların ailenin ihtiyaçlarını giderecek
şekilde kullanılmaları sağlanmaktadır. Oysa devletin bu tür bilgilere erişmesi
mümkün olmamaktadır.
Bu tür
örgütlenmelere genel olarak devlete bağlı ya da devlet kontrolünde sivil toplum
kuruluşları adını vermek mümkündür. Elbette bunların her durumda “kötü”
olduğunu söylemek anlamsızdır. Ancak bunlar çoğu zaman gücünü devletten aldığı
için STK’lar gibi çalışmazlar ve rekabet koşullarına dâhil olmadıkları için
yeterince verimli olmazlar. Hatta bazen sivil faaliyetleri ve özellikle de dini
cemaatleri “devlet için zararlı” yapılar olarak görürler. Bu nedenle sivil
kuruluşlar, sivil toplumun en büyük “düşmanı” olabilirler. Ayrıca DB-STK’ların
faaliyet aşımına girdiği durumlar vardır. Yine bunları tespit etmek için özel
bir çalışmaya ihtiyaç olduğu muhakkaktır. Buna rağmen bazı temel noktaları
belirlemek zor değildir. Örneğin en önemli faaliyet aşımı, memuriyetlere atanma
ve devletin ticari faaliyetlerinden çıkar sağlamak için çalışma yapan sivil
kuruluşların haksız rekabet ortamı oluşturmalarıdır. Bu nedenlerle devlet dışı
organizasyonların eşit koşullarda çalışması en adil olan yol olacaktır.
SİVİL TOPLUM DEVLETTEN DAHA BAŞARILI MIDIR?
Toplumlar,
binlerce yıllık insanlık deneyimlerini içlerinde taşıyan belleklere sahiptir. Bu
tarihsel bilgi birikimimiz inanılmaz derecede büyüktür. Bilgi taşımanın bilinen
yolu kitap olmakla birlikte sahip olduğumuz bilgilerimiz belki “kitaplara
sığmayacak kadar” çoktur. Hasat zamanının gelip gelmediği, kullanışlı bir
mobilya seçiminin nasıl yapılacağı, komşularımızla, aile fertlerimizle ve
dostlarımızla iyi ilişkilerin nasıl kurulacağı ve daha sayılması mümkün olmayan
birçok bilgi, toplumsal bellekte saklıdır. Bunlar dil, davranış biçimleri ve
mekânlar üzerinden sürekli başka insanlara ve gelecek nesillere aktarılır. Bu
birikmiş yapı iyi, kötü, doğru, yanlış, verimli, verimsiz, can sıkıcı, zevkli,
eğlenceli, tatlı, acı, kolay, zor, tehlikeli, zararlı, zehirli, sağlıklı, uzun
ömürlü gibi kodlarını saymakta dahi yetersiz kalacağımız niteliklerle etiketlenmiş
birçok şeyin bilgisini içinde barındırır. Defalarca tekrarlanmış ve sonuçları
görülmüş deneyimler, toplumsal bellekte saklanarak tekrar kullanılacağı zamanı
beklerler. Uygun zaman geldiğinde her nerede, kimin yakınlarında
saklanıyorlarsa ortaya çıkarak bir soruna çözüm olurlar. İnsanlar, kötülüklerle
baş etmenin veya hayatı kolaylaştırmanın yolunu bu deneyimlerle bulurlar.
Toplumsal
ihtiyaçların devlet eliyle karşılanmasının en büyük sakıncası, kamu hafızasının
bu bilgileri tutacak kadar büyük olmamasıdır. Sivil toplum kuruluşları,
binlerce yıllık deneyimleri hafızalarında tutar. Örneğin bir spor kulübü, o
sporun bütün geçmiş tecrübesini temsil eder. Muhtemelen onu oluşturan bireyler
o sporla ilgili önermesel anlamda olmasa bile pratik olarak başkalarının
bilmediği birçok şeyi bilirler. Ticari kuruluşlar, yine tecrübeleri nedeniyle
insanların neye ve ne kadar ihtiyaç duyduklarını çok iyi takip ederler. Engelli
dernekleri, engellilerin karşılaştıkları sorunları daha doğru tespit edebilir
ve daha etkili öneriler ortaya koyabilir. Hayvan hakları hareketleri,
hayvanlara karşı yapılan kötü muamelelere karşı mücadele ederken başka bir
dernek, göçmen kuşların dinlenme alanları ile ilgili çalışmalar yapabilir. Aile,
sağlıklı ve uygun bir hayat sürmenin bilişsel kodlarını ziyadesiyle içinde
taşır.
Devletin
tüm organizasyonları üzerine alması, aslında bu tarihsel belleği dışarıda
tutması anlamına gelir. Devlet hafızası, tüm deneyimleri tek düze hale getirir.
O, içinde bulunduğu koşullar açısından kendi işine yarayacak bilgileri
ayıklayarak diğerlerini gereksiz bulacak ve onları unutulmaya terk edecektir. Oysa
sivil toplum örgütleri, bilgilerin dinamik bir şekilde muhafaza edildiği ve
zamanı geldiğinde çözüm olarak kullanılabildiği yapılardır. Devletin sivil
toplumu kısıtlaması, sivil toplumun bu bilgileri unutmasına neden olur. Bu da
toplumsal hafızanın kaybolması ve sivil organizasyon kabiliyetlerinin
kaybolmasına neden olur. Sivil toplum,
zamana ve koşullara göre bilgiyi saklamak için en iyi yapılardır. Onların her
faaliyetlerinin anlamlı olmadığını düşündüğümüz zamanlar olabilir fakat onlara
ihtiyaç duyduğumuz günler geldiğinde fikrimiz değişebilir.
Toplumsal
bellek, en etkili ve canlı bir şekilde dinsel kodlarda taşınır. Eğitim, zanaat,
sanat, adap ve erkân, ahlaki kurallar ve ticari hayatın kuralları dini kodlarda
varlığını güçlü bir şekilde sürdürür. Bu nedenle dini cemaatler, toplumsal
sorumlulukları üslenmekte en yetkin yapılardır.
[1] John Locke, Uygar Yönetim
Üzerine İkinci Deneme (Sivil Toplumda Devlet), Metropol Yayınları, çev.: Serdar
Taşçı, Hale Akman, İstanbul 2002, ss. 75.-79.
Yorumlar
Yorum Gönder