İSLAMİ İLİMLERİN GELİŞİMİNDE FELSEFENİN ETKİSİ: GEÇMİŞ VE GELECEK*
Hasan Yücel Başdemir
İlahi mesaj,
peygamberin vahiy tecrübesine dayanır ve vahiy tecrübesi ile gelen bu mesaj
yine peygamber aracılığıyla topluma iletilir. Bu, vahyin ilk aşamasıdır ve bu
aşamanın başarılı olmasından ve bir ümmetin oluşmasından sonra bu mesajı diğer
toplumlara iletme süreci başlar. Bu sürecin ilk aktörleri ise başlangıçta
peygamber ile birlikte ona intisap edenlerdir. Tüm insanların beklentilerine
karşılık gelen, manevi sorunlarına çözüm getiren ve onlara kurtuluş vaat eden
ilahi mesaj, diğer toplumlara, mesajı alan peygamberin yaşadığı (ilk aktörlerin
oluşturduğu) toplum aracılığıyla iletilir. Çünkü peygamberin dili, en doğru ve
hızlı bir şekilde yaşadığı toplum tarafından anlaşılır. Yine aynı şekilde onun
yaşam biçimi de en çok onun davranış tarzına aşina olan insanlar tarafından
benimsenebilir. Tarih ve zaman üstü bireysel bir tanışıklık/tecrübe,
peygamberin bunu önce yakın akrabalarına, sonra yaşadığı topluma ve ardından da
bu toplumun, mesajı diğer topluluklara taşımasıyla evrenselleşir. İslam
tecrübesi açısından durumun bu şekilde olduğu açıktır. Bu açıdan ilahi mesajın
evrenselleşmesi için dilsel, mekânsal ve kültürel yakınlığa ihtiyaç vardır. Bu
yakınlık, tabiatüstü mesajın aktarılmasındaki ve algılanmasındaki zorlukları bertaraf
etmiş veya hafifletmiştir.
Mesajı evrensel olan dinler, temel
prensiplerini insanlığın ortak mirası üzerinden muhataplarına iletirler.
Hıristiyanlık gibi İslam da tedvin döneminde bulunduğu coğrafyadaki diğer dünya
görüşleri ile rekabete girmiş ve evrensel düşünme yöntemlerini ve eylem biçimlerini
İslam’a başarıyla uygulamıştır. İslam düşüncesi bilim alanında Hicri 100
yılından itibaren büyük gelişmeler kaydetmiş, dönemin popüler bilim kitapları
Çeviri Evleri’nde (Beytü’l-Hikme) Arapçaya çevrilmiştir. Mimaride ve sanatta da
önemli başarılar elde edilmiş ve Müslümanlar, dönemin sanat algısının üzerine
çıkmayı başarmışlar hatta daha sonraları Endülüs’te şehircilik, sanat ve
edebiyatta Rönesansı derinden etkileyecek üst bir kültür ortaya çıkmıştır.
Bu açıdan ilahi mesajın yayılması, içeriği
kadar kullandığı yolların insanlar üzerinde bıraktığı etkiye de bağlıdır. İlahi
mesaj, Müslümanların zımni bir icma ile meşru (ibaha) bulduğu araçları
kullanır. Bu araç, Hz. Muhammed’in dilinde ilk başta Hz. İbrahim ve Kabe’nin
Araplar nezdindeki otoritesi idi. Diğer taraftan ayetlerde bahsedilen konu ve
hükümlerin İslam öncesi Arap toplumunda karşılığı vardı. Örneğin zihar, lian,
kısas, diyet gibi uygulamalarla hırsızın elinin kesilmesi, meşveret gibi
Kuran’da bahsi geçen konular, İslam öncesi Arap toplumunun alışkanlıkları idi.[1]
Kuran’ın, ilk muhataplarına mesajını onların alışkanlıkları üzerinden iletmesi
gibi ikincil muhatapların bu mesajı algılayabilmeleri de aynı şekilde İslam’ın
sabiteleri ile yeniden şekillenmiş kültürleri aracılığıyla iletilebilirdi.
Kuran’ın başvurduğu ticari dil de bunun bir sonucu idi. Ticaretin
geliştiği bir toplumda Kuran, ilk muhataplarına sürekli hesaptan, kardan,
zarardan bahsediyor ve bu şekilde mesaj, Arap toplumuna değer verdiği,
etkilendiği ve hayretle izlediği maddi ve manevi şeyler üzerinden
aktarılıyordu. Mesajın Hicaz dışına yayılmasında da vahye ilk muhatap olan Müslümanların
ve ikincil muhataplarının gayet iyi bildikleri ticaret yolu/dili kullanılmıştı.
Ancak ikincil muhatapların yani Arap yarım adası çevresinde yaşayan toplulukların
İslam mesajını benimsemesi için “iyi” (ilke ve değerlere bağlı) ticaretin
ötesinde taşıyıcılara ihtiyaç olduğu muhakkak idi.
İskenderiye, Antakya, Harran ve
Cundişapur’daki ilmi kültürün, yüksek ahlaki erdemler taşısa bile Hicaz’dan
gelen “avam” kültürünü benimsemesi, zorbalık dışında mümkün görünmüyordu.
Müslümanlar, zorbalık yolunu seçmediler, bunun yerine ilahi mesajı bu ilmi
kültürün ibahaları üzerine yerleştirmeyi denediler. Özellikle ilk dönem Mutezilî
kelamcıların büyük çabası ve başarısı, İslam coğrafyasının genişlediği
yerlerdeki ilmi kültürü Tevhid’e uygun olarak yorumlaması ve İslam düşüncesinin
bir parçası haline getirmesi idi. Ortaya çıkan fikri rekabetin kazananı
Müslümanlar oldu. Önce kelam ilmi ile başlayan ardından tefsir, fıkıh, felsefe
ve tasavvufi düşünce ile devam eden İslami bilimlerin bu ilmi kültürü oluşturma
süreci, tedvin dönemi olarak isimlendirilir.
Müslümanların tedvin döneminde (yaklaşık h. 100 ile 400 arası), felsefe
ile ziyadesiyle ilgilenilmiştir. Aristoteles’in kitapları h. 150 yılından
itibaren Arapça’ya çevrilmeye başlanmış ve felsefi kaynaklar birçok dini
disiplinin oluşmasına etki etmiştir. Örneğin Kelam ilmi, Antik Yunan
tartışmalardan oldukça etkilenmiştir. Gazali’ye kadar giden süreçte Aristoteles
mantığı İslami ilimlerin temeli sayılmıştır. İslam mesajının evrenselleşmesinde
ve İslami disiplinlerin oluşmasında felsefenin etkisi oldukça büyük olmuştur.
Bu etki süreci ile ilgili bazı önemli noktalara işaret etmeden önce bu
çalışmanın amacını şu şekilde belirtebilirim:
Dinle felsefenin etkileşimi, tedvin döneminden günümüze kadar devam
etmiştir. Günümüzde de İslami ilimler üzerine çalışan düşünürler, genel felsefi
yöntemleri dini sorunlara/alana uygulamayı denemektedir. Örneğin Hasan
Hanefi’nin fenomenolojik yöntemi, Cabiri’nin Foucaultçu yöntemi, Kuran’ın
anlaşılmasında ve yorumlanmasında hermeneutik tartışmaları bunlar arasında
sayabiliriz. Bu tür yaklaşımlara karşı İslam toplumunun içinden bazı önemli
itirazlar yönelmektedir. Bu itirazların temelinde bu İslam dışı düşünce
biçimlerinin İslam’a zarar verdiği/vereceği, ilahi mesajın ana eksenini bozduğu
ve en önemlisi ortak sabiteler etrafında oluşan ümmet bilincini aşındırdığı
şeklindeki düşünceler yer alır.
Bu itirazlarda bir gerçeklik payı
olduğu düşünülebilir. Ancak bunu İslam düşüncesinin dış etkilere tamamen kapalı
olduğu veya olması gerektiği şeklinde anlamak hatalıdır. Dış etkilere kapalı
olmak demek, aynı zamanda mesajın evrenselliğini de reddetmek anlamına gelir.
Oysa temel olarak belirlenmesi gereken şey, bu etkileşimin sınırının ne olduğu
ve olması gerektiğidir.
ETKİNİN SINIRI: SİYASİ İSTİKRAR VE SABİTELER
İslam
düşüncesi, tarihi olarak tedvin/teşekkül döneminde harici kültürlerle
karşılaşmış ve onlarla rekabete girişmiştir. Bu rekabetin başarısı,
Müslümanların kendi kültürleri dışında gelişmiş olan seküler dili yetkin bir
şekilde kullanmasına bağlı idi. Müslümanların kendi oluşturdukları dil, büyük
bir kültür ve bilim hazinesine sahip olan muhataplarını ikna etmeye
yetmeyebilirdi. Başta Mutezilî kelamcılar olmak üzere bu karşılaşmanın ilk
failleri, Müslümanların üretmediği bu seküler dili İslam’a büyük bir ustalıkla
uyarladılar. Tedvin dönemindeki Müslümanlar, bugün “İslam’ın zarar göreceği”
şeklindeki eleştiriyi bertaraf edebilecek iki önemli avantaja sahiptiler.
Birincisi, Müslümanların siyasi ve ekonomik olarak güçlü olmaları ve politik
dış baskılara maruz kalmamalarıydı. Müslümanlar, mesajı gizlilik içinde yaymak
zorunda kalmadılar. Çünkü bu tür bir gizliliğin olması, dışarıdan gelen
düşüncelerin mesajı istila etmesine neden olabilirdi. İslam coğrafyasında güçlü
bir siyasi otoritenin ve buna bağlı siyasi istikrarın olması, bu istilayı
imkânsız kılmıştır. Nitekim doktrinleşme döneminde Hıristiyanlığın (yaklaşık
150-529) başına gelen büyük oranda bu olmuştur.
İkinci avantaj ise İslam’ın Hicaz dışında yayılmasına kadar geçen süre
içinde temel İslami sabitelerin güçlü bir şekilde yerleşmiş olmasıdır. Müslümanlar,
Mekke ve Medine tecrübelerinde Tevhit inancı ekseninde Kuran’ın ve Hz.
Peygamberin otoritesine dayalı olarak sağlam bir itikadi temel inşa etmiştir. Hıristiyanlığın
böyle bir süreci yaşamasında Hz. İsa’nın vahiy tecrübesinin acıklı olması ve
ümmetinin onun ölümünden çok sonra ortaya çıkmasının önemli rolü vardır.
Müslümanlar, bu konuda oldukça şanslı idiler. Çünkü Hz. Muhammed kadar mesajı
toplumuyla iç içe iken alma bahtına sahip bir peygamber olmamıştır. Hz. Muhammed’in
tebliğ süreci ümmetinin desteği ile gerçekleşmiş ve diğer peygamberlere göre
daha zahmetsiz olmuştur. Bu durum, İslam mesajının peygamberin denetiminde,
harici etkilerden uzak bir şekilde sabitelerini oluşturmasına neden olmuştur. Harici
kültürlerle yüzleşme, bu güçlü sağlam temel üzerinde ilerlemiş ve temelin güçlü
olması nedeniyle dış etkiler karşısında edilgen değil etkin olunmuştur. Bu
şekilde harici düşüncelerin İslam inancını istila etmesine imkân kalmamıştır. İslami
sabitelerin Hz. Peygamber ve Kuran otoritesine dayalı olarak kurulması, harici
düşüncelerin endişe duyulmadan İslam düşüncesinin parçası haline gelmesinde
önemli bir etkendir.
İslam’ın kulluğa taalluk eden (taabbudi) hükümlerinin bu şekilde sağlam
sabiteler olarak ortaya koyulmuş olması ve siyasi istikrar,[2]
Müslümanların dış kültürlerle rekabet etmesini kolaylaştırmıştır. Ancak bu
rekabet ortamında Müslümanların ihtiyaç duyduğu şeylerin başında rakiplerinin
sahip olduğu bilgi birikimi geliyor idi. İslam’ın yayılmakta olduğu Mezopotamya,
İran ve Kuzey Afrika büyük ilim merkezlerinin ve bilim adamlarının bulunduğu
yerlerdi. Müslümanların buralardaki felsefi düşünceyi “İslamileştirmeden” fikri
üstünlüğe sahip olmaları mümkün değildi. Nitekim bu işi ilk üslenenler, Vasıl
b. Ata (ö. 131/748) olmak üzere Mutezilî kelamcılar olmuştur. Mennaniyye ve
maniyye isimleriyle anılan maniheizm, Seneviyye denilen dualist akımlar,
Sümeniyye denilen Budizm gibi doğu dinleri yanında Hıristiyanlık ve yahudilik,
İslam’ın yayılma coğrafyasında güçlü fikir ve inanç hareketleri olarak yer
alıyorlardı. Mütekaddimin kelamcılar, bu akımlarla mücadele etmişler ve onlara
karşı kendi inanç sistemlerinin dayanaklarını İslamileştirerek kullanmışlardır.[3]
Siyasi istikrar ve sabiteler, İslam’ın dış etkilerin istilasına
uğramasına engel olmuştur. Bu sayede İslam, dönemin bilim, sanat ve düşüncesine
kendi rengini vermiş, bununla da kalmayıp devraldığı bu mirasa büyük katkı
sağlamıştır. Nitekim on üçüncü yüzyıldan itibaren zenginleştirmiş olduğu bu
mirası, Endülüs üzerinden Avrupa’ya taşımıştır. Bu tür karşılaşma ve fikri
rekabetin sonuçları her zaman bu şekilde bir inanç sisteminin kendisini
korumasıyla sonuçlanmaz. Fikri rekabet, inanç sistemlerine zarar
verebilmektedir. Buna genel olarak “senkretizm sorunu” adı verilir. İslam
dünyasında geçmişte ve günümüzde bazı senkretik hareketler olmuştur. Ancak
İslam’ın ana akımları, bundan kendini korumayı başarmıştır.
SENKRETİZM VE İSLAM
Senkretizm, genel
olarak farklı dini inanç, kültür ve geleneklerin birbirini etkilemesi sonucu
yeni düşünce ve inanç biçimlerinin ortaya çıkmasını ifade etmek için
kullanılır. Başka ifade ile senkretizm, din veya felsefelerdeki farklı veya
karşıt ilke ve uygulamaların birbirini etkilemesi anlamına gelir.[4]
Ancak terime daha yakından baktığımızda bu tanımlara ek olarak bazı özel
ayrıntıların olduğunu görürüz. Nitekim bu tanımlar, terimi eklektizm,
entegrizm, etkilenme, uzlaşma gibi terimlerden ayırmaya yetmez. Onun
eklektizmden farkı, büyük oranda senkretizmin dini alandaki karşılaşmalarla
ilgili olması ve daha temelde senkretizmde karşı karşıya gelen düşüncelerden
birinin diğerini özü itibariyle etkisi altına alması hatta ihata etmesidir. Eklektizm,
bazı yönleri ile insicamı bozuk bir “yeni” bakışı, yapı ya da düşünce biçimini
ifade eder. Senkretizmde ise din üzerinden düşündüğümüzde karşı karşıya gelen
iki inançtan birinin kendine ait hiçbir şeyi atmadan diğer sistemi bütün olarak
kabul etmesidir. Başka ifade ile bir inancın, sahip olduğu her şeyi diğerinin
parçası haline getirmesidir.
Bilinen iki önemli senkretik durum, Hellenizm ve Hıristiyanlıkta
yaşanmıştır. Helen düşüncesi, Yunanistan ve İyonya’dan yola çıkarak gittiği her
yere sahip olduğu düşünce ve değerleri taşımıştır. Bu taşıma sırasında
karşılaştığı farklı değerler ve inançları içine almaktan sakınmamış, onlarla
bütünleşmiştir. Ancak onların hepsine kendi rengini ve özünü vererek Helenizm
haline gelmiştir. Helenizm, görünüşte Helen düşüncesinden çok farklıdır. Helen
düşüncesi, Helenizmin Yunanistan ve İyonya’daki şeklidir ve hitap ettiği
insanlar birbirinden çok farklı olmasına rağmen taşıdığı mesajlar aynıdır.
Helen düşüncesinin Hindistan’a, Babil’e ve Kuzey Afrika’ya kadar taşınmasını
sağlayan şey, gittiği yerlerdeki düşünceleri inkâr etmemesi ama kendi içinde
bir yere yerleştirmiş olmasıdır. Bu durum, Helen düşüncesini zenginleştirirken
diğerlerini yok etmese bile zayıflatmıştır. Fakat Yunan düşüncesi, gittiği
yerlerdeki düşüncelerle iç içe girmesiyle ilk halinden oldukça farklı bir
yapıya kavuşmuştur. Bu süreçte Hellenizm, senkretik bir akım halini almıştır.
Ancak buna, pasif değil aktif taraf olduğu için pozitif senkretizm adı
verilmektedir.
Hıristiyanlık ise negatif senkretizme bir örnektir. Başlangıçta siyasal
bir gücü ve sistemleşmiş bir düşünce yapısı olmayan Hıristiyan inancı, bu
yönüyle tüm senkretik etkilere açık haldedir. Tertullianus (160-220) gibi ilk
dönem Kilise Babaları bu etkiye açık olmanın farkında olmuşlar ve uzunca bir
süre, Hıristiyan inancının dış etkilerden korunması için mücadele etmişlerdir.
Nitekim “credo ut absurdum” şeklinde sloganlaşmış olan “saçma olduğu için
inanıyorum” düşüncesi, Hıristiyanlığı baskın dış etkilerden korumak için 200’lü
yıllara kadar itikadi bir ilke olmuştur. Ancak daha önceki bir dönemde Justin
Martyr (100-165) gibi bazı Kilise Babaları, Hıristiyanlığı harici unsurlar ile
doktrinleştirmeye başlamışlardı. Hıristiyanlık, Tertullianus’un yaklaşımına çok
fazla direnememiş ve özellikle İskenderiye okulunun iki büyük hocası Clemens
(150-215) ve Origenes’in (185-254) Hıristiyan olması ile Hıristiyanlığın
senkretik bir akım olmasının önü açılmıştır.
Clemens, Kitab-ı Mukaddesin semitik Tanrısını Yunan ideali ile
bağdaştırmaya çalışmış, Yahova’nın Yunan filozoflarının Tanrısı ile aynı
olduğunu ileri sürmüştür. Hatta o, Platon’u Yunanca konuşan Musa (ya da
Attika’nın Musası) olarak nitelemişti. Origenes ise Pisagorasçı ve Yeni
Platoncu düşünceleri Hıristiyanlığa (hocası ile aynı saiklere dayanarak)
yerleştirmeye çalışıyordu.[5]
Hıristiyanlık üzerindeki bu etkiler, yaklaşık beş asır devam etti ve
Hıristiyanlık, dini doktrinleşme/kanonikleşme dönemini uzun ve dış etkilere
açık bir süreçte tamamladı. Bu açıdan Hıristiyanlığın olumsuz anlamda Senkretik
bir inanç olduğunu söylemek zor olmaz. Ancak onun evrensel bir din olmasının
altında bu senkretizmin yattığı da ayrı bir tartışmadır.[6]
Hıristiyanlık, bu dili oluştururken dış etkilerden kendini koruyabilecek
mekanizmaları kuramamıştır. Bunun en önemli nedeni, daha önce bahsettiğim gibi
Hz. İsa’nın vahiy tecrübesinin zahmetli ve ümmetsiz olması nedeniyle
Hıristiyanlığın disiplinli siyasal kurumlarının olmaması ve doktrinleşmenin beş
asırdan daha fazla bir zaman içinde tamamlanmış olmasıdır. Hıristiyanlık, Helen
düşüncesi gibi belirlemiş (aktif) değil belirlenmiştir (pasif). Bu açıdan
Helenizm ile Hıristiyanlığın senkretik tecrübeleri birbirinden farklıdır.
Birincisi, fetih yoluyla güçlü olan kültürün diğerini yok etmeden içine alması ve
süreçte çıktığı yerde olduğundan çok farklı yönlere ilerlemesi olarak
değerlendirilebilecekken ikincisi, farklı kültür ve inançları bir araya
toplamış, her birinden aldığı parçalarla güçlenmiş ve her birini aynı çatı
altına alan bir kesişme noktası olmuştur. Bu şekilde yayıldığı dönemde
bulunduğu coğrafyadaki birçok farklı inanç, Hıristiyanlık çatısı altında bir
araya gelmiştir.[7]
Senkretizmde bir inanç, başka inançların etkisi altında kalır. Bu etki
altında alma, daha ziyade baskın, güçlü veya etkileyici olan düşüncenin lehine
olur. Bu süreçte siyasi yapılar, zayıf olanları belirler ve ihata eder.
Helenizm ve Hıristiyanlık bu süreci farklı şekillerde yaşamışlardır.
Hıristiyanlık, kanonik yapının olmaması nedeniyle her ne kadar Hz. İsa’nın
vahiy tecrübesine dayansa da tüm itikadi yapısını dış unsurların etkisi ile
oluşturmuştur.
Helenistik senkretizmin ortaya çıkmasının temelinde kapsayıcı olma
düşüncesi ile farklı inançlara olumlu yaklaşma tavrı vardır. Dışa kapalı
toplumlarda senkretizm daha azdır. Çünkü dışa kapalı olma, kutsallığı belirli
sayılara indirir ve onları “yineleme” (veya tekrarlama) yoluyla muhafaza eder.
Muhafaza edilecek fazla bir şey yoktur ama az sayıda olanlar da ziyadesiyle
koruma altına alınır. Bu durum, güçlü ve gizli bir dayanışma ağı oluşturur. Bu
şekilde kendini bütün dış etkilerden korur. Geleneksel Yahudilik ve Samiriler,
bu iki duruma örnektir. İsrail’in Asurlular tarafından işgali sonrasında dışa
açık olmayı tercih eden Yahudiler, zamanla onların etkisinde kalmış ve
senkretik Yahudilik ortaya çıkmıştır. Samiriler ve bazen de gentile Yahudiler
adı verilen bu grubun dışında ayrıca kendini Asuri etkisinden koruyan
geleneksel Yahudilik vardır ve bunlar senkretizmden kapalı toplum olmakla
kendilerini korumuşlardır.
Günümüzde New Age adı ile anılan yeni dini hareketler, bu türden
senkretik oluşumlardır. Yine dini inançlar arasında mesaj açısından fark
görmeme de senkretik bir tavırdır. Yani görünümleri farklı olsa da temelde
onların mesajının aynı olduğunu söyleyen yaklaşımları bu kategoride
değerlendirebiliriz.
İslam, itikadi yapısını harici etkilerin baskısı altında
gerçekleştirmemiş, sadece Arap yarımadasında yerleşik olan kültürü merkeze
alarak merkezinde Tevhid inancı olan, Kutsal kitap ve peygamber otoritesi ile
örülmüş güçlü bir inanç sisteminin temelini her hangi bir dış tehdit algılaması
olmadan gerçekleştirmiştir. Ancak mesajın yayılması aşamasında ilk muhatapların
sahip olduğu kültür, Kuran’ın mesajını evrensel bir dile dökmek için yeterli
olmamıştır. Orada oluşturulmuş sabiteler ekseninde dönemin tıptan, sanata,
mimariye ve bilime kadar olan bütün mirası İslam’ın bünyesine taşınmıştır. Bu
nedenle İslam’ın doktrinleşme (tedvin) dönemi ve dış kültürlerle ilişkisi ne
Helenizm ne Hıristiyanlık ne de dışa kapalı toplumlar gibi olmuştur. Bu süreçte
İslam belirleyici bir rol oynamıştır. Tevhid inancını merkeze almış ve Kuran
otoritesini hiç kaybetmemiştir. Bu açıdan İslam, bir senkretik süreç
yaşamamıştır.
İSLAMİ İLİMLERE FELSEFİ ETKİLER
İslam
dünyasında Yezidilik, Nusayrilik gibi bazı senkretik mezheplerin/akımların
olduğunu söyleyebiliriz ancak bunlar hiçbir zaman ana akım olmamıştır. Fakat ana
akımların şekillenmesinde harici etkilerin büyük etkisi olmuştur. Tedvin dönemi
ya da tabiin ve tebauttabiin dönemleri denilen ve İslam’ın harici din ve
akımlarla yüzleşmesini ifade eden dönemde Hz. Peygamber’in ashabı ile birlikte
oluşturmuş olduğu sabiteler eksen alınarak yerel gelenek ve kültürler İslam’ın
parçası haline getirilmiştir. Bu dönemde İslam üzerinde bir istila endişene
gerek yoktu çünkü Müslümanlar üzerinde dış baskıların ve büyük buhranların
olmadığı, bir barış ortamında geliştirilmiş olan İslami sabiteler, senkretizmi
oluşturacak hiçbir etkiye maruz kalmamıştır. Bunun sonucu olarak İslami ilimlerin
oluşma dönemi olan tedvid döneminde İslam, özellikle tasavvuf ve İslam
felsefesi yoluyla bazı senkretik unsurları da içine almakla birlikte bunlar,
asla İslam’ın özünü istila edecek seviyelere ulaşmadılar.
“Bu dönemde vahiy ve sünnete dayalı bilgi, yerel gelenek ve kültürler
doğrultusunda yorumlanmaya çalışıldı ve İslam ile yerel gelenekler arasında bir
uzlaşmaya gidildi. Böylelikle birçok konuda ilk dönem İslam düşüncesi dışında
görüşler savunan yeni düşünce ekolleri ve gruplar teşekkül etti. İslam dışı
gelenek ve kültürel değerlerin İslam düşüncesi içine sokulması ve bu doğrultuda
yorum ve değerlendirmelere gidilmesi, çeşitli bilim dallarındaki tedvin
çalışmalarında da oldukça etkili oldu. Örneğin, başta tefsir olmak üzere birçok
bilim dalında çeşitli konuların açıklanmasında İsrailiyyat olarak adlandırılan
Yahudi ve Hıristiyan malzemesi yoğun şekilde kullanıldı. Öte yandan, Eski Yunan
felsefesi kaynakları ve Yeni Eflatunculuk düşüncesi İslam felsefesi, kelam ve
tasavvuf gibi alanlarda yapılan birçok çalışmaya ilham kaynağı oldu. İslam
öncesi döneme ait yerel kültürel unsurlar, oluşmakta olan düşünce ekollerine
kaynak ve tedvin dönemi eserlerine materyal olmanın yanı sıra, çeşitli
kesimlerin yaşam tarzlarını da yönlendirdi. Örneğin, İslam hâkimiyeti öncesi
dönemde Ortadoğu’da yaşayan toplumlar arasında yaygın şekilde görülen ve
münferit olarak (eremitic) ya da gruplar halinde (cenobitic) dünyadan el etek
çekme esasına dayalı asketik yaşam tarzı, sonraki dönemlerde çeşitli kesimler
tarafından yorumlanarak İslam kültürü içerisine sokuldu. Böylelikle Hz.
Peygamber’in züht yaşantısının bir takım görüntüleri abartılı bir şekilde alınarak,
Hicri ilk iki asra adını verecek olan Züht Dönemi’nin doneleri teşekkül etmiş
oldu.”[8]
Bu gnostik, senkretik ve asketik unsurlara rağmen İslam düşüncesi,
Helenizm’de ve Hıristiyanlıkta olduğu gibi yerel kültürlerin istilasına maruz
kalmamıştır. Bunun nedeni daha önce bahsedildiği gibi Hz. Peygamber’in geçmiş
peygamberlere nazaran daha az baskının olduğu bir ortamda[9]
ilahi mesajı yayması, hayatında kendisine her zaman destek olan çok sayıda
arkadaşının olması ve nihayetinde yirmi üç yıl peygamberin önderliğinde ve
yaklaşık otuz yıl da hulefa-i raşidin döneminde İslami sabitelerin Kuran ve
sünnet ekseninde şekillenmiş olmasıdır. Bu sürecin en önemli aktörleri şüphesiz
Kelamcılardır ve Kelam da ilk İslami bilim olarak teşekkül etmiştir. Daha sonra
teşekkül eden Tefsir, Usulu’d-Din gibi temel İslami bilimlerin yerel düşünce ve
kültürlerden etkilenmesi de büyük oranda Kelam ilmi üzerinden olmuştur.
Kelam ekolleri, temel gidişatlarını İslam’ın dışında gelişen kültür
çevrelerinden aldığı düşüncelerle belirlemiştir. Örneğin Mutezile ve daha sonra
Eşariler, Antik Yunan’daki atom nazariyesini alarak İslami bir söyleme
dönüştürmüşlerdir.[10]
Kelam ilmine olan harici/felsefi etkiler, sayılamayacak kadar çoktur. Bu ilmin
adı ve ele aldığı birçok sorun, Antik Yunan’daki “logos” teriminden ve onun
etrafında yürütülen tartışmalardan çıkmıştır. İslam’ın yayıldığı coğrafyada
oldukça etkin olan bu antik düşünceler, Müslüman âlimler tarafından İslam’ı dış
etkilere karşı savunma ve güçlendirme saikleri ile İslam’ın bünyesine dâhil edilmiştir.[11]
İbn Sina (ö. 1037), peygamberliğin ispatı ve nübüvvete duyulan ihtiyaç
konusunda yazdıkları ile bazı sure ve ayetleri felsefi düşünceler ekseninde
yorumlaması, felsefi düşüncenin tefsir alanındaki etkilerine örnek teşkil eder.
Yine Fahruddin er-Razi’nin ansiklopedik diyebileceğimiz Tefsir-i Kebir’i
üzerinde İbn Sina’nın felsefi görüşleri etkili olmuştur.[12]
Razi, ayetlerin yorumunda dönemin kozmolojik ve felsefi görüşlere yer
vermiştir.
Felsefi düşünceden etkilenen diğer bir İslami ilim, fıkıh usulüdür. Aslında
fıkıh ilminin temelleri sahabeye kadar dayanır. İmam Şafi ve öğrencilerine
kadar gelen süreçte bu ilim önemli gelişmeler kaydeder. Ancak usul ilmine en
büyük katkıyı yapanlar, Mutezile ve Eşariler’dir. Onlar bu sahada kökenleri
Aristoteles’e kadar dayanan yeni bir mantık düşüncesi ortaya koydular. Fıkıh
usulü alimleri, kitaplarına kelamcıların geliştirdiği mantık ilmiyle başlar.[13]
Özellikle illetin belirlenmesi ve buna dayalı olarak olaylar ve hükümler arasında
bir benzerlik kurma esasına dayanan Aristoteles’in geliştirdiği kıyas yöntemi,
özellikle Hanefiler için Fıkıh ilminin temeli olmuştur. Bu etkilerin izlerini
sürmek mümkündür. Örneğin Aristoteles’in Organon’unun ilk üç kitabı ilk kez,
Halife Mansur döneminde İran asıllı Abdullah İbn’ul-Mukaffa (ö. 758) tarafından
Pehlevice’den Arapça’ya çevrilmiştir. Yine Diğer İslami ilimlerin harici
unsurlardan etkilenmesi, Fıkıh’ta olduğu
gibi genellikle Kelam ilmi üzerinden olmuştur. Ali Sami en-Neşşar, Neşet’ul-Fikri’l-Felsefi
fi’l-İslam adlı kitabında bunun örneklerini ayrıntılı olarak verir. Fıkıhta
olduğu gibi diğer İslami ilimler üzerinde de harici etkiler, genellikle kelam
ilmi aracılığıyla olmuştur. Bunun nedeni, İslami ilimleri arasında ilk teşekkül
eden alanın kelam olmasıdır.
Kelam ilminin ortaya çıkışında ise etkili olan neden, Müslümanların
İslam’ı dışarıdan gelen fikri saldırılardan korumaktır. Nitekim Hıristiyan bir âlim
olan Yuhanna ed-Dımeşki’nin yazmış olduğu “Hıristiyanlık İslam’dan Neden Daha
Üstündür?” adlı risalesi, Müslüman bilim adamları üzerinde büyük endişe meydana
getirmiştir. İlk dönem Mutezili Kelamcılar, bu ve benzeri eleştirilere reddiyeler
yazarak İslam’ı savunmuşlardır. Örneğin Cahız’ın “el-Muhtar fi’r-Redd
ala’n-Nasara” adlı risalesi, Yuhanna ed-Dımeşki’ye cevaptır. Daha sonraları
benzer bir tartışma da Yahya b. Adi’nin Tevhid risalesi karşısında yürütülmüştür.[14]
İslami ilimlerin oluştuğu döneme ait bu harici etkiler, tedvin sonrasında da
devam devam etmiştir. Şehristani ve Şehrezuri’den şu örnekleri verebiliriz.
Şehristani, Thales’in “su varlığın ilkesidir” sözünü, İslam’ın ulûhiyet
düşüncesi ile uzlaştırmaya çalışır. Şehristani’ye göre su, ulvi varlıkların
mebdei değildir ama cismani bütün mürekkebat/varlık sudan meydana gelmiştir. Su
her şekle girebildiği için bütün cisimler, ondan meydana gelir. Yaradılış,
Allah’ın yarattığı bir ilk cevherle başlar. Allah, bu cevhere ilahi bir nazarla
baktı ve bu cevher eriyerek suya dönüştü. Ardından her mürekkebatın ilk maddesi
oldu. Su galeyana gelerek buhara dönüştü. Ondan da gökler yaratıldı. Sonra gök,
sonra yer küre ve dağla yaratıldı. Şehristani, Thales’in görüşlerinin nübüvvet
penceresine uyduğunu ileri sürer.[15]
Şehrezuri de antik Yunan düşünleri, Anaximendros ve Anaksimenes’ten
etkilenmiştir. Anaximendros, her şeyin sonsuzluktan (lamütenahi) geldiğini
ileri sürmüş ve Şehrezuri, bu düşünceyi, “ilk yaratılan varlıklar, ebedi ve
sonsuz olan Bari Teâlâ’ya aittir. Yaratılmış her şey ondan geldiği gibi her şey
de ona dönecektir” düşüncesinin Anaksimendros’ta olduğunu ileri sürer.[16]
GELECEK
Mesajını
insanlığın kültürel ve tarihsel her türlü birikimi üzerinden yayma başarısını
göstermiş olan İslam, tebliğ açısından statüko dönemini yaşamaktadır. İslam’dan
ilham alan sivil toplum hareketleri dünya üzerinde yayılmakta ve yardıma muhtaç
olanlara el uzatarak İslam’ı görünür hale getirmektedir. Yine birçok Müslüman
akademisyen dünyanın her yerinde üniversitelerde mesleklerini yetkin bir
şekilde yerine getirerek insanlığın sorunlarına uygun çözümler üretmekle
İslam’a katkı sağlamaktadır. Ancak gerek duyulan en önemli katkı, takdir
görmeye layık bir düşünce çeşitliliğine ve zenginliğine sahip olmaktır.
Başlangıçta olduğu gibi İslami
ilimlerin yeniden canlanması ve mesajın asrın idrakine sunulması için medeniyet
değerlerinin İslam’ın değerleri ile mezcedilmesi gerekir. Burada tek endişe senkretizme
düşmemektir. Aslında “Kuran’ı anlama ve yeniden yorumlama” söylemleri ekseninde
bu çabalar, İslam dünyasında 19. yüzyıldan itibaren başlamıştı. Sir Ahmet Seyyid
Han (1817-1898), Musa Carullah Birgiyev (1875 - 1945), Cemalettin
Afgani (1838-1897), Muhammed
İkbal (1873-1938) gibi düşünürler, İslami bilimleri yeniden ihya etmeye çalışmışlardır.
Yine geçen yüzyılda İsmail Râcî Fârûki (ö. 1986) Muhammed Abid el-Câbirî
(ö. 1910), Nasr Hamid Ebu Zeyd, Hasan Hanefi ve Muhammed Arkoun (1928-2010), Nakib
el-Attas gibi düşünürler, İslami bilimleri insanlığın kültür mirası ile yeniden
canlandırmayı denemişlerdir. Ancak fiili sömürü altındaki İslam dünyası, bu
hareketlere endişe ile yaklaşmış ve bunları bir tür yeni, fikri sömürge biçimi
olarak görmüştür. Elbette bu endişelerin anlamlı olmadığını söylemek mümkün
değildir. İslam dünyasının özellikle siyasi açıdan zayıf olması, dini düşünceyi
senkretik unsurlara açık hale getirmiştir. Bu yaklaşımın izini, Sir Ahmet
Seyyid Han’ın içinde bulunduğu siyasi buhran döneminde ortaya koyduğu
düşüncelerinde sürebiliriz.
Sir Ahmet Seyyid Han’ın (1817-1898) Kuran’ın nasıl anlaşılması
gerektiği konusunda on beş madde yazmış ve bunlardan birinin de ayetlerin latif
bir varlık tarafından getirilmediği ve onun Hz. Muhammed’in doğuştan kalbine
ilham edildiği şeklindeki düşüncesi ile seküler dili vahiy tecrübesinin tarihi
otoritesini sarsacak derecede bir yaklaşımla kullanmıştır. Ahmet Han’ın bu
çizgisi, ileri götürüldüğünde açıkça bir İslami senkretizm başlayacaktır. Ahmet
Han, İslam dünyasının siyasi açıdan zayıfladığı ve sömürge haline gelmeye
başladığı bir dönemde bu fikirlerini ile sürmüştü. O, Babür devletinde yüksek
bir bürokratın oğlu olarak dünyaya geldi ve hem Babür devletinin yıkılıp yerine
bir İngiliz Şirket yönetiminin gelmesine tanıklık etti. Bunlar, tüm İslam
coğrafyasının aynı akıbeti yaşadığı dönemlerdi. Bunun karşısında ise Mevdudi,
Seyyid Kutup ve Yusuf el-Kardavi gibi âlimler, İslami ilimlerde harici unsurları
şiddette reddederek bir dışarı kapalı bir ilim anlayışını savunmuşlar ve bu şekilde
(belki de yerinde bir biçimde) İslam’ın senkretik etkilere maruz kalmasını
engellemişlerdir.
Ancak İslam düşüncesinin bu şeklide kapalı bir ilim anlayışına bağlı
olarak varlığını sürdürmesi, İslam mesajı açısından olumlu değildir. Aslında
Hanefi, Arkoun, Cabiri ve Ebu Zeyd, geçen yüzyılın sonlarında İslami ilimleri
çağdaş düşünce ve yaklaşımlara bağlı olarak tekrar ihya etmeye girişmişler ve
kısmen bunarlın canlanmasına katkı sağlamışlardır. Örneğin Tefsir ilminin
vakıadan bağımsız entelektüel bir gayret olmadığını ileri sürmüş ve onun maslahatlar
doğrultusunda değişkenlik gösteren bir karakter arz ettiğini ileri sürmüştür.[17]
Bugün için yeniden İslam’ın evrensel bir mesaja dönüşmesi, bu şekilde İslami
ilimlerin çeşitlilik barındıran bir zenginlik içinde olmasına bağlıdır. Elbette
bunun yönünün Hanefi veya Ebu Zeyd çizgisinde olması gerekmez. Ancak İslam
düşüncesinin canlanması, onun evrensel bir seküler (ibaha) dil üzerinden aktarılabilme
başarısına bağlıdır. Edilgen değil etkin ve zengin bir düşünce dünyası, İslami
ilimleri eski parlak günlerine götürebilir.
Felsefi düşünce, insanlığın ortak bir dilidir. Ve bu
nedenle vahiy tecrübesi başta olmak üzere toplumsal tecrübelerin
evrenselleşmesinde felsefi düşünce başta olmak üzere insanlığın geliştirdiği düşünce,
kültür ve değerlerin yeniden rafine edilmesine ihtiyaç vardır. Hıristiyanlık ve
İslamiyet iki evrensel dindir ve bunların başarısı, ilahi mesajlarını evrensel
bir dile dönüştürmelerinden ileri gelir. Fakat bu işi yapma ve ortaya çıkan
sonuç açısından aralarında ciddi bir fark vardır. Bu fark, senkretizm ile
özgünlük arasındaki farktır. İslam, özgünlüğünü korumayı ve üzerine aldığı
kültürel mirası zenginleştirerek başka coğrafyalara aktarmayı başarmıştır. Bu
mirası tekrar devralmanın yolu, Müslümanların medeniyeti durduğu yerden daha
öteye taşıyacak güçte olduklarını insanlığın idrakine sunmalarıdır. Bu sürecin
adalet duygusu ve vicdan gibi insanlığı ortak ahlaki meziyetlerinin taşıyıcısı
olmaktan geçmesi gibi bilim, kültür ve sanatta da takdire şayan bir başarıya
ulaşmanın gerekliliği açıktır.
* Türk Dünyasında
İslam Bilimlerinin Gelişimi Uluslar Arası Sempozyumu, Hoca Ahmet Yesevi Uluslar
Arası Türk-Kazak Üniversitesi, 26-27 Nisan 2012, Türkistan.
[1] Bunlarla
ilgili birçok örnek bulmak için bkz. Ali
Cevad, el-Mufassal fî Târîh’l-Arab Kable’l-İslâm, I-IX, Dâru’l-Ilm
li’l-Melâyin, Beyrut 1980.
[2]
Müslümanların bahsedilen dönemlerde mihne olayları gibi bazı siyasi
karışıklıklar yaşadığı söylenebilir. Ancak burada kastedilen şey, bunların
otorite boşluğu doğuracak seviyelerde olmaması ve İslam mesajının yayılmasında
siyasi engelle karşılaşılmamasıdır.
[3]
Osman Aydınlı, Akılcı Din Söylemi, Hitit Kitap Yayınevi, Ankara 2010,
ss. 28-30.
[4] Encyclopedia
Britannica, “Syncretism” maddesi.
[5]
Karen Amstrong, Tanrı’nın Tarihi, Ayraç Yayınevi, Ankara 1998, ss. 139,
142.
[6]
Hıristiyan senkretizmine örnek olarak şunlar ileri sürülür: Yunan
mitolojisindeki Hermes, eski Mısır tanrısı Thoth, tek tanrılı dinlerdeki İdris
peygamber, Tyana'lı Apollonius, bunların hepsinin aslında farklı kültürlerde
farklı adlara sahip aynı Tanrı olduğu ileri sürülür. Yine Hz. İsa ile ilgili
olarak onun gerçekte yaşamadığı ve eski Mısır’daki Tanrı Horus ile mitolojik
karakter Prometheus’un anlatılarının birleşerek Hıristiyanlığa geçmiği ve
Horus’un Christ'a; İsis’in de Hz. Meryem'e dönüştüğü ile sürülmektedir. Farklı
örnekler için bkz. Şinasi Gündüz, “Senkretizm ve İslam Düşüncesi”, Mitoloji ile İnanç Arasında Ortadoğu
Dinsel Gelenekleri Üzerine Yazılar, Etüd Yay., Samsun 1998, ss. 39-52.
[7]
Hıristiyan ilahiyatı bunu Kutsal Kitab’a atıfla reddeder ve onun mesajına bir
şeyin karışmadığını ileri sürer. Genellikle Vahiy 22: 18-19’da geçen şu ayet,
bunu reddetmek için kullanılır: Bu kitabın peygamberlik sözlerini her işitene
ben şahadet ediyorum. Eğer bir adam bunlara bir şey katarsa Tanrı bu kitapta
yazılan belaları ona katacaktır.
[8]
Şinasi Gündüz, age.
[9]
Hz. Muhammed, Hz. Musa ve Hz. İsa’ya göre daha az maddi ve manevi baskılara
maruz kalmıştır. Her ne kadar İslam’ın vahiy tarihi, büyük bir travmatik dönem
gibi anlatılsa da Hz. Muhammed, Mekke’de on yıl kadar manevi eziyet görmüş
ancak bu süre içinde de yine kendisine eziyet eden yakın akrabaları tarafından
korunmuş kollanmıştır. Gördüğü eziyetin nedeni, peygamber olduğunu söylemesiyle
Mekkeli akrabalarının, özelikle Ebu Cehil ve Ebu Süfyan (Ebu Leheb hariç) gibi
Mekke önderlerinin beklediği peygamber prototipine uymamakla “asıl” gelecek
olan vahiy sürecini geciktirdiği veya inkıtaya uğrattığı iddiası idi. Hz.
Muhammed’in aradan çıkmasını ve vahiy sürecinin gerçekleşmesini isteyen bu Mekkeli
önderlerin çoğu, Hz. Muhammed’in peygamberlik vasıflarına sahip olmadıklarını
düşünüyorlardı. Bu şüphe, Mekkelilerin birçoğu tarafından Mekke’nin fethine
kadar devam etti. Hz. Muhammed’in Medine’deki görünür başarısı ile Mekkelilerin
bu tereddüdü ortadan kalkmıştı. Onun görmüş olduğu korumanın nedeni de ona
eziyet edenlerin birçoğunun, Mekke’de önemli nüfuza sahip olan kendi
(Haşimoğulları) kabilesinden insanların olması idi. Bir’u Maun olayı dışında
ilk vahiy muhataplarını derinden etkileyecek travmatik bir olay olmamıştır ki
Allah resulü, bu olaydan sonra inen “Allah yolunda ölenlere ölüler demeyin
çünkü onlar ölüler değildir” ayetinin de etkisiyle İslam inancını bir acı
kültüne dönüşmesinden alıkoymuştur.
[10]
Aydınlı 2010, s. 94.
[11]
Aydınlı 2010, s. 27.
[12]
Mesut Okumuş, Kuran’ın Felsefi Okunuşu: İbn Sina Örneği, Araştırma
Yayınları, Ankara 2003, s. 173, 203.
[13]
Ali Sami en-Neşşar, İslam’da Felsefi Düşüncenin Doğuşu, çev.: Osman
Tunç, İnsan Yayınlar, cilt 1, İstanbul 1999, s. 61.
[14]
Bkz. Tahir Uluç, “Tevhid-Teslis Polemiğinin İslam Felsefesindeki Yansıması:
Yahya b. Adi ve ‘Makale fi’t-Tevhid’i”, Hitit Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, sayı 9, 2006, ss. 81-124.
[15]
Neşşar 1999, s. 157.
[16]
Neşşar 1999, s. 162.
[17] Bu
konudaki geniş örnekler için bkz. Fethi Ahmet Polat, Çağdaş İslam
Düşüncesinde Kuran’a Yaklaşımlar, Konya 2006, s. 6. Mustafa Öztürk, Kuran
ve Tefsir Kültürümüz, Ankara Okulu, 2008.
Yorumlar
Yorum Gönder