YAKIN DÖNEM ALEVİ VE SÜNNİ İLİŞKİLERİNDE ÜÇ ÖNEMLİ TARİH: 28 Şubat 1997, 22 Temmuz 2007 ve 12 Eylül 2010


Hasan Yücel Başdemir
basdemir@hotmail.com
Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
28 Şubat 1997’deki askerin siyasete müdahalesinin üzerinden 14 yıl geçti. Asker doğrudan yönetimi ele almayıp medya, sivil ve bürokratik güçler maharetiyle siyaseti kontrol etmesi nedeniyle bu müdahaleye post-modern darbe adı verildi. Post-modern darbenin daha öncekilerden şekil dışında bir farkı yoktu. Amaç aynıydı: Ülkeyi, en büyük “tehdit” ve “düşman” olan kendi vatandaşlarından korumak. Yaklaşık on yıl süren süreçte neler yaşandı?
28 Şubat süreci, Türkiye’de demokrasi ile yüzleşen ve onun artık fikri bir sömürü aracı olmadığını yavaş yavaş kabullenmeye başlayan dindar Sünni toplumun, olumlu giden bu psikolojik süreci tamamlamasına engel oldu. Çoğu zaman iddia edildiğinin aksine 28 Şubat süreci, Türkiye’deki demokratikleşme serüvenini hızlandırmamış aksine yavaşlatmıştır. Topluma ve dünyaya duyuları tamamen kapalı olan bir irade “balans ayarı”, “ince ayar”, “militan demokrasi” gibi betimlemelerle siyaseti artık sorunların çözümü için meşru bir yol olarak görmeye alıştırma yapan insanların önünü kapamıştır.
28 Şubatta neler yaşandı? Önce siyasi manevralarla seçilmiş hükümet görevden uzaklaştırıldı. Bununla yetinilmedi, medya yoluyla halkın dinî değerlerini tahkir içeren yayınlar yapıldı. Haklarında ahlak dışı haber ve görüntüler olan Ali Kalkancı ve Müslüm Gündüz’ün adından ve görüntüsünden sonra TV ekranlarında Necmettin Erbakan, Fethullah Gülen ve Mehmet Kutlular[1] gibi toplumun belirli kesimlerinde itibarı yüksek olan kanaat önderlerinin görüntülerinin koyulması, meseleyi sadece siyasi bir olay olmaktan çıkararak dindarlara yapılan bir iftiraya dönüştürdü. Kanunlar ve keyfî tasarruflar yoluyla ve laiklik bahanesiyle din özgürlüğüne kısıtlamalar getirildi. Batı çalışma grubu maharetiyle tüm kamu kuruluşunda insanlar fişlendi, baskı gördü ya da takibata uğradı. Tüm bunların Cumhuriyetin en büyük düşmanı olarak görülen “gericilerle” mücadele edilmek için yapıldığı söylendi. Uygulamalara ve tanımlamalara bakıldığında “gericiler”, Türk toplumunun çok büyük bir kısmını içine alıyordu. Bu insanların siyasette, bürokraside ve iş hayatında geri durmaları nasıl sağlanacaktı? Darbeciler, bunun için psikolojik savaş yöntemlerini kullandılar.
Binlerce genç kız, eğitimlerini tamamlayamadan üniversitelerden atıldı. Yüzde 0,4’lük dilimle hukuk, siyasal ve tıp okuyabilecek yeteneğe sahip gençlere tek seçenek olarak İlahiyat fakülteleri gösterildi ve istedikleri fakültelerin kapısı kendilerine kapatıldı. Bu öğrenciler büyük psikolojik bunalımlar yaşadı ama kimse onları göremedi. Çoğu öğretmen, asker ve doktor olan binlerce kamu çalışanının görevine son verildi. Bazı askerler, mesleklerinin kaybetmemek için “emekliliğe kadar” eşlerinden resmi olarak ayrıldılar. Birçok kişi, terfi ve atamalarını alamadı. İrticacı oldukları gerekçesiyle ticari kuruluşlara karşı kara propaganda yapıldı ve ambargo uygulandı. Bu durum birçok ticari kuruluşun bu süreçte iflas etmesine neden oldu. Süreç, 1999’da ve 2001’de iki büyük ekonomik kriz ortaya çıkardı. Bu nedenle binlerce firma iflas etti. GSMH, 1200 dolar seviyelerine kadar geriledi. İçerisinde milletvekilleri, belediye başkanları, akademisyenler ve bürokratların da bulunduğu binlerce insan, fabrikasyon suçlarla takibata uğradı. Üniversitelerin yurt dışıyla irtibatı kesildi, “kapalı toplum” güçlendirildi. Üniversitelerde 50/d maddesi gerekçe gösterilerek yüzlerce akademisyenin görevlerine son verildi. Din eğitimi veren kurumlar, taciz ve takibata uğratıldı. Hiçbir pedagojik gerekçe gözetilmeksizin altyapı ve planlama yapılmadan sekiz yıllık zorunlu eğitime geçildi. Yedi yaşındaki çocuklar, eğitim bahanesiyle ailelerinden kopartılarak YİBO’lara gönderildi. Orada kendilerinden iki kat büyük abla ve ağabeyleri ile aynı mekânları yeterli denetim mekanizmalarından yoksun bir şekilde paylaşmak zorunda kaldılar.
Acaba bu olup bitenlerin Alevilerle bir ilgisi var mıydı? Psikolojik savaş taktikleri kullanılarak toplum üzerinde büyük bir endişe, korku ve ümitsizlik meydana getirildi. Ancak bu korku ve ümitsizlik, toplumun tamamına hâkim değildi. Kendilerini laik, Atatürkçü, solcu veya sosyal demokrat olarak tanımlayanlar, 28 Şubat sürecinde bu endişeleri duymadılar. Aleviler, genellikle kendilerini bu terimlerle tanımladıkları için yaşanan psikolojik harekâtın mağdurları olmadılar. Ancak Aleviler, bu sürecin müsebbibi ve failleri de değildi. Alevi toplumu, büyük oranda 28 Şubat sürecinin pasif destekçisi olmak istedi.
28 Şubat ile Aleviler arasındaki ilişki temelde bundan ibaretti. Fakat darbeciler için 28 Şubat sürecinde Alevilerin misyonu, pasif destekçi ve tarafsız gözlemciliğin çok ötesinde oldu. Darbeciler, yürüttükleri harekâta toplumsal bir taban arıyorlardı. Alevilerle Sünniler arasında tarihî, inançsal ve politik gerilimler vardı. Sünniler, çok yakın geçmişte Maraş, Malatya, Çorum ve Sivas’ta Alevilerin canlarına ve mallarına kastetmişti. Kaldı ki Aleviler, Sünnileri hala temel özgürlüklerine kavuşmalarının önündeki en büyük engel olarak görüyorlardı. Aleviler, endişe ve korkularını giderebilmek için Cumhuriyeti, resmi ideolojiyi ve bürokrasiyi korunaklı bir sığınak görüyordu. Kendilerini, Aleviliğe ait kuruluş ve terimlerle tanımlamayı pek güvenli bulmadıkları için laiklik gibi resmi ideolojiye yakın ya da sol ve sosyalizm gibi daha meşru sayılan söylemler üzerinden ifade etmeye çalıştılar. Aleviler için bu söylemler, egemen kültürle baş etmenin en az tehlikeli yoluydu.
Aleviler, ancak 1970’lerden sonra Almanya gitmişler ve kendilerini ifade etmelerinin hiç de zararını olmadığını görmüşler ve ilk teşkilatlanmalarını Almanya’da gerçekleştirmişlerdir. Türkiye’deki Alevi örgütleri de Almanya’dan cesaret almıştır. Fakat hala bugün dahi Alevilerin kendilerini Alevilik üzerinden tanımlamaktan kaçındıklarını Çorum’un bir “alevi mahallesinde” yaşayan biri olarak gözlemlemeye devam ediyorum. Türkiye’de Aleviler, dini inançları üzerinden kendisini tanıtamayınca başka kimlikler üzerinden tanımlamayı tercih etmiştir. Kendisini tanımlamalıydı ama güvenli bir şekilde. O zaman politik olarak meşru olan kimlikleri tercih ettiler. Kendilerine iki sığınak buldular: Birincisi, CHP ve Kemalizm, ikincisi ise sosyalist ideolojiler. Atatürk figürü, CHP, sosyalist jargonlar, kendini ifade etmenin, egemen kültürle baş etmenin en az tehlikeli yoluydu.
Bu durumun sonucu olarak Alevilerin kendilerini ifade etmek için kullandıkları dil aslında kendilerine ait olmadı. Hem Kemalist hem de Sosyalist jargon, geleneksel Alevi kültürüne büyük zarar verdi ve bu kimliği, kendine ait olmayan değerlerle dönüştürdü, inşa etti. Bu iki sığınak, Alevileri hayati tehlikelere karşı korudu ancak ezen-ezilen diyalektiği Dedelik kurumuna büyük zarar verirken laiklik, irtica, gericiler, çağdaşlık gibi söylemler de Alevi kimliğinin seküler bir dil üzerinden tanımlanması sonucunu ortaya çıkardı. Bu nedenle aslında kendilerini asıl kelimelerle değil yan kelimelerle tanımlayınca belli bir süre sonra bu asıl kelimeler de anlamlarını kültürel olarak yitirdi. Aleviler bugün kendilerini ifade edecek gerçek kelimelerin peşindedirler. Fakat bu sefer onların önüne çıkan en büyük engel, dışarıdan dini literatüre hâkim Sünni bir grubun sürekli tashih yoluyla müdahale etmesi, Alevilerin kendilerine ait terimleri bulmalarını engellemekte ve tekrar eski endişeleri ve güvensizlikleri taze tutmaktadır. Eğer Alevilerin düşünmesine, kendilerini tanımlamasına müsaade edilmezse, sürekli sözleri kesilir ve tashihler yapılırsa onlar sürekli başka şeyler üzerinden kendilerini tanımlamaya devam edeceklerdir.
Darbeciler, bu gerçeği bir fırsat olarak gördüler ve 28 Şubat sürecinin toplumsal desteği olarak Alevileri gözlerine kestirdiler. Aslında 28 Şubat sürecinin en büyük destekçileri, Sünni kökenli büyük sermaye sahipleri, yüksek bürokrat, akademisyen ve medya idi. Bunların 28 Şubat sürecinde zarar gören toplumsal kesimle olan sorunları, Alevilerinkinden çok farklı idi. Onlar, mağdur edilenleri “Sünniler” olarak görmüyorlardı. Ayakkabısı eski, estetik endişeleri olmayan, taşradan gelmiş, klasik müzik dinlemeyen insanlar, onların sözde gelişmiş yaşam alanlarını daraltıyordu. Daha önemlisi bu insanlar, onların rekabetten uzak, devlet desteği ile elde ettikleri kazançlarına ortak olmaya başlamışlardı. Sosyolojik ifade ile söylersek çevreden gelen insanlar, merkezde kendilerine yer bulmaya ve adil rekabet koşulları oluşturmaya başlamışlardı. Aslında 28 Şubat sürecinin en büyük destekçileri, bu çevreden insanları bertaraf etmek isteyen ve çoğu Sünni kökenli olan bu insanlardı. 28 Şubatın mimarları, beşli destek denilen TÜSİAD, TİSK, KESK, DİSK ve Türk-İş’den oluşan destek koalisyonundan ve medyadan ziyadesiyle yararlandılar. Ancak bu mimarlar, Alevilerin sürecin aktif destekçileri ve toplumsal tabanı olmasını bekliyorlardı.
Böyle bir desteğin olmadığını söyleyenler vardır. Ancak bunu yanlışlayan birçok olay olduğu gibi mağdur edilen Sünni algısı için ikna edici gerekçeler yoktur. Bazı STK’lar ve CHP’nin yerel teşkilatları aracılığıyla Cumhuriyet mitinglerine Alevi köylerinden otobüsler kaldırıldı. Üniversitelerde ve ÖSS ve KPSS gibi sınavlarda başörtüsü yasağının uygulanmasının en isteklileri Aleviler oldu. Yine bu süreçte bazı Alevi kanaat önderleri, “Türkiye’de Alevilerin ‘gericiliğe karşı’ demokrasi ve laikliğin teminatı ve sigortası olduğu” yönünde açıklamalar yaptılar. Darbeciler ise bu görüntüden yani sözde ya da gerçek Alevi taban desteğinden güç ve cesaret aldılar. Bu şekilde Aleviler, hiç de sebebi olmadıkları sürecin, mantıksal parçası gibi göründüler ya da gösterildiler.
Darbe ile Alevi-Sünni ilişkileri arasında bu denli bir mantıksal bağlantı kurmanın zor olduğu düşünülebilir. Ancak bu mantıksal bağlantıyı anlamak için neden post-modern darbe dendiğine bakmak gerekir. Silahsız kuvvetler ve medya üzerinden “irtica yalanı” ile katı bir ulus devlet ideolojisini topluma bir deli gömleği gibi giydirmeye çalışan ordunun kan dökmeden bunu başarabilmesi imkândı. Bunun için kendisine toplumsal bir taban bulması gerekiyordu. En son Gazi mahallesinde, ondan önce Sivas’ta, daha öncesinde Çorum’da, Maraş’ta, Malatya’da, daha öncesinde Dersim’de, daha öncesinde 1925’te tekkeleri kapatılarak, daha öncesinde 1921’de Koçgiri’de, daha öncesinde 1826’da ocakları kapatılarak, yine Osmanlı döneminde Kuyucu Murat Paşa’ya, Çaldıran Savaşına ve Babaî isyanlarına kadar giden kötü tecrübeleri olan bir toplumsal taban vardı. Ordu, 28 Şubatta, 1980 darbesinde büyük mağduriyetler yaşamış olan Alevileri kendisine toplumsal dayanak yapmak istedi.
Türkiye’de tüm darbeler ya muhafazakârlardan ya milliyetçilerden ya da solculardan destek almıştır. 1980 darbesini yapanlarla 1997’deki 28 Şubat darbesini yapanların dünya görüşleri, yaşam biçimleri, hayal ettikleri Türkiye, özgürlük ve demokrasiye bakışları aynı idi. Buna rağmen her iki darbe de iki farklı toplumsal tabandan destek aldı. Darbecilerle doğrudan bağlantıları olmamasına rağmen bu gruplar neden darbelere toplumsal, taban desteği sağlıyorlar? Toplumsal grupların darbelere destek vermesinin arkasında birbirlerine karşı duydukları kuşku ve husumet vardır ve sadece bu darbelerin figüranları olmaktadırlar. Darbeciler, Alevileri 28 Şubat sürecinin figüranları olarak gözlerine kestirdiler. Onların tarihsel endişelerini korkuya dönüştürmek için ellerinden gelen psikolojik savaş yöntemlerinin hepsine başvurdular. Bu süreçte psikolojik savaş yöntemleri ve kaos taktikleri açıkça kullanıldı.
Aralık 2007’de Ergenekon tutuklamalarının başlaması ile süreç bu sefer Aleviler ve Sünniler açısından tersine dönmüş, özellikle 12 Eylül 2010 referandumundan sonra Sünniler rahatlamaya başlarken Aleviler bu sefer nefes alamaz hale geldi. 22 Temmuz 2007 seçimlerinde AKP yüzde 47 oy almıştı. Aleviler bundan etkilenmişti ancak hala Sünni dindarları baskı altında tutan Ordu ve yüksek yargı, baskı süreçlerini kontrol ediyordu. Ancak 2010 referandumundan sonra durum tersine dönmüştür.
Bu süreç, faillerinin bin yıl sürecek demelerine rağmen yaklaşık on yıl sürdü. Aleviler, bu süreçten hiçbir olumlu sonuçla çıkmadılar aksine sürecin en büyük mağdurları oldular. Alevilerin bu sürecin parçası olmaları, tarihsel tecrübeleri nedeniyle duydukları korku ve endişelerdi. Onların bu psikolojileri istismar edildi. Bu da yetmezmiş gibi 28 Şubat sürecince Sünnilere sürekli üst kademe komutan ve yargı mensuplarının Alevi olduğu komplosu duyuruldu. Aleviler ve 28 Şubat sürecinin birlikte anılması, 28 Şubatla hesaplaşılırken sanki Alevilerle hesaplaşılıyormuş gibi bir algı ortaya çıkardı. Bu nedenle en büyük mağdur Alevilerdir. Sebebi olmadıkları sürecin faili gibi göründüler. 2007’den sonra Alevilerin psikolojik baskı hissetmelerinin nedeni, büyük oranda bu süreçte kendilerine biçilen roldü. Bu süreç, Aleviler ve Sünniler arasındaki güvensizliği sürekli besledi.
28 Şubat sürecinde darbeciler, Alevileri neden taban olarak gördüler? Öncelikle yapılanlara toplumsal bir meşruiyet gerekiyordu ve toplumsal tabanı olmayan bir projenin yürümesi mümkün değildi. İkinci ve en önemlisi, Alevilerin kendisini “Atatürkçü” olarak tanımlaması, darbecilerin işine geliyordu çünkü onlar, yaptıklarını Atatürkçülüğe dayandırıyorlardı. Bu kavramsal mutabakat, darbecilerin işini kolaylaştırmıştı. Bütün bunların arkasında da iki toplumun birbirine karşı güvensizliği vardı. Bu güvensizliğin üç temel nedeninden bahsedilebilir: siyasi, inançsal ve tarihî.
1. Siyasi sorun - Alevi-Sünni ilişkilerinde sistemden kaynaklanan sorunlar: 80 öncesi sağ-sol davası ve darbeler, bunlar arasındaki ayrışmayı beslemiş hatta derinleştirmiştir. Çünkü hem sağ-sol kavgası hem de darbeler belirli toplumsal tabanlara dayanmaktaydı ve hedef kitle, Aleviler ya da Sünniler olarak seçilmiştir. 1980 darbesi, daha çok Sünni taban desteği ile meşruiyet sağlamaya çalışırken 28 Şubat darbesi, Alevi toplumdan destek bulmaya çalışmıştır. Özellikle CHP açısından Alevilerin desteği oldukça önemlidir. Aleviler, endişe ve korkularından kurtulmak için kendilerini sağlam bir dayanak, seslerini duyurabilecekleri meşru bir çatı aramakta ve bunun için de en iyi barınak olarak CHP’yi bulmaktadırlar. Tabi Alevilerin CHP hakkında düşündüğü şeyle CHP elitlerinin Aleviler hakkında düşündüğü şey aynı değildir. CHP için Aleviler, kolay oy potansiyelidir. Aleviler elbette bunun farkındadır fakat gidecekleri başka kapı olmadığını düşünmektedirler. Alevi derneklerinin Alevi toplumu üzerindeki etkisi ise çok fazla değildir. Bu dernekler genellikle Almanya dayanaklıdır.
Almanya Alevilerin kendini rahatça ifade edebildiği, hukuki meşruiyet içinde eğitimlerini alabildikleri ilk yer olmuştur. Alevilerin sivil toplum çabaları Almanya merkezli olarak başlamıştır. Ancak aynı siyasi ve kültürel rahatlığı Türkiye’de hiçbir zaman bulamamışlardır. Buna rağmen Aleviler, Sünnilere karşı endişelerini gidermek için kendilerini resmi ideolojiye sarılmak zorunda hissettiler.
2. Teolojik sorun - Alevi-Sünni ilişkilerinde inanç farklılığından kaynaklanan sorunlar: Alevileri sürekli olarak Sünni inancı ve kimliği üzerinde tanımlama çabası, Sünni entelektüellerin genel bir tutumu olmuştur. Son birkaç yılda bu konuda hassasiyetler gelişmeye başlamış olsa da bu, Alevi-Sünni ilişkilerinde kronik bir sorun olarak karşımızda durmaktadır.
Bu tavrın arkasında da aslında Sünniliğin de sürekli tektipleştirilmeye çalışılması yatar. Diyanet işleri başkanlığı, zorunlu din dersleri, İlahiyat fakülteleri üzerinden İslam’ın tekbir yorumu ortaya koyulmaya çalışılmaktadır. Bu durumdan genellikle Sünniler sorumlu tutulur. Aslında bu, kamu otoritesinin bir toplum projesidir ve Sünni toplum üzerinde bir kontrol mekanizması olarak iş görmektedir. Bunu anlamak için darbe süreçlerine kısaca bakmak yeterlidir. Darbecilerin dayandıkları toplumsal sınıflar, birbirlerine husumet besleyecek kadar farklı iken darbe yapanlar, birbirlerinin aynısıdır. Cemal Gürsel İmam-Hatip açmaya devam etti. Çünkü İmam-Hatipler, geleneksel dini bilinci deforme eden kurumlar olarak işlev görüyorlardı. Diyanet konusunda 12 Eylülcüler ve 28 Şubatçılarla aynı tavırları sergiledi. Sünnilerin bu kurumlara sahip çıkması, geleneksel eğitim kurumlarının yok edilmesi ve sahip çıkacak başka bir şeyin olmamasından kaynaklanıyor. Bütün tekke ve zaviyeler kapatılmış, bütün medreseler dağıtılmış, toplumun kültürel kodları yerle bir edilmiş, fiili sömürüye karşı kahramanca mücadele eden bir milletin fikri sömürüye karşı kullanacağı değer üreten bütün kurumları ellerinden alınmıştı. Bunun sonucu olarak tıpkı Alevilerin Cumhuriyetin bünyesindeki bazı kurum ve yapıları sığınak görmeleri gibi Sünniler de devletin dini kurumlarını sığınacakları liman olarak görmüşlerdi.
Alevilerin de aynı şekilde tarihsel dini kurumlarının ilga edilmesi, onların kendilerini ifade etmelerinde ve teşkilatlanmalarında büyük sorunlar ortaya çıkarmaktadır. Bu, zaman zaman Alevilere karşı bir propaganda malzemesi olarak kullanılmakta ve Alevi gruplar arasında çok büyük farklılıkların olduğu söylenmektedir. Bu kötü bir durum değildir. Aleviler üzerindeki baskı ve devlet kontrolünün olmaması, Alevi toplumunda çeşitliğin korunmasına neden olmuş, tektipleştirme engellenmiştir. Bu, yerilecek bir durum değil takdire şayan bir durumdur. Doğal olan da budur. Sünnilerdeki tektipleştirme, dini kurumların sürekli devlet kontrolünde olmasından kaynaklanır. Sünnilerin sürekli olarak Aleviliği Sünnilik üzerinden tanımlamak istemelerinin altında da tarihsel dini çeşitliliklerini unutmuş olmaları yatar.
3. Tarihi sorun - Alevi-Sünni ilişkilerinde tarihten kaynaklanan sorunlar: Babai isyanlarından başlayıp Koçgiri, Dersim, Sivas ve Gazi Mahallesi olaylarına kadar gelen süreçteki olaylar, Alevilerin güvenini derinden sarsmıştır. Bu güven bunalımı aşılamadığı için her iki toplum, dışarıdan yönlendirmelere ve siyasi istismara açıktır. Nitekim 28 Şubat sürecinde bu istismar yapıldığı gibi tüm seçim zamanlarında da adaylar, Alevi ve Sünnilerin birlikte yaşadıkları yerlerde seçim günü yaklaştıkça mezhep farklılığını propaganda malzemesi yapmaktadırlar. Demokratik temayüle hiç uymayacak şekilde siyasi yarış, dini veya inançsal bir yarışa çevrilmektedir. Başbakanın 12 Eylül referandumu öncesi yüksek yargı ile ilgili açıklaması da bu propaganda biçiminin uzantısı görünmektedir.
Güvensizliği besleyen bu üç nedenden dolayı Aleviler, 28 Şubat sürecinde yönlendirmelerin de etkisiyle darbecilere toplumsal taban olmuş ve Sünni algısına “darbecilerle birlikte” şeklinde yerleşmiştir. 2007’ye geldiğimizde Ergenekon davasının başlaması ve AKP’nin % 47 oy almasıyla bu sefer 28 Şubat’ın mağdurları rahat bir nefes alırken Aleviler endişeye kapıldılar. 12 Eylül referandumundan sonra ise bu endişe yerini büyük bir korkuya bıraktı. Alevilerin tabiriyle “nefes alamaz” hale geldiler. Tüm bu yaşananlar Aleviler ve Sünniler arasındaki güvensizliği ve psikolojik bölünmüşlüğü daha da derinleştirdi.
Aslında bu süreç, güvensizliği ve gerilimi şiddete dönüştürecek kadar agresifti ve şiddetin psikolojik sınırı, ziyadesiyle aşılmıştı. Buna rağmen iki toplum, asla karşı karşıya gelmemek için çok özel bir çaba sarf ediyordu. Aslında Sünniler, özellikle Sivas olaylarından sonra kendi kendilerine nefis muhasebesine girişmişler ve Alevilere bakışlarında köklü değişiklikler olmuştu. Bu nedenle Sünniler bu yaşananların bir şiddete dönüşmesini asla düşünmediler. Çünkü Sünni toplumu, Alevileri görmeye başladılar ve 28 Şubattaki pasif desteğin Alevilere yapılan tarihsel haksızlıkların haklı bir tezahürü olduğunu kabul etme eğilimine girdiler.
Aynı durumun Aleviler için de geçerli olduğu görülmektedir. Çünkü bazı CHP’li yönetici ve Alevi temsilcilerinin “Türkiye bir iç savaşa sürüklenebilir” söylemi, Aleviler arasında yeterince itibar görmemiştir. Alevilerin endişeleri hiç ortadan kalkmamış ama bu bir gerilime dönüşmemiştir. Bazı siyasiler, son günlerde Tunus, Mısır, Libya gibi İslam dünyasında insanların sokaklara dökülerek diktatörleri devirme ve hak aramalarını Türkiye’ye taşımak istemişlerdir. Bu süreçte Alevilerin endişelerini tekrar istismar etmek için bazı siyasiler “iç savaş” söylemlerini kullanmalarına ve özellikle Alevi toplumunu tahrik etmek istemektedir. Bunların artık Aleviler nezdinde sadece bir söylem birliği dışında itibar görmemesi, Alevi-Sünni ilişkilerinde şiddet tehlikesinin ortadan kalktığının göstergesidir.
Bu olguya rağmen Alevilerin endişelerinin paradoksal olarak hala artma eğiliminde olduğunu söyleyebiliriz. Fakat bu durum, olgusal olmaktan ziyade algısal nedenlere dayanmaktadır. Bu algıyı besleyen olaylar nelerdir?
2007 sonrasında Alevilere karşı, tarihsel olarak varolan mutat ayrımcılığın dışında fiili baskı ve şiddet olduğunu gösteren bir olay olmadı. Aksine Babaî ayaklanmaları, Çaldıran savaşı ve Celali isyanlarından beri dini kimliklerini saklamak zorunda kalan, 1826’da Ocakları, 1925’te tekke ve dergâhları kapatılan, Cumhuriyetin ilanından sonra katliamlara uğrayan ve asla kendilerini Aleviliğe ait kavramlarla tanımlama imkânı bulamayan Aleviler, 2007’den itibaren ait oldukları kimlik üzerinden kendilerini ifade etme imkânı bulmuşlardı. Daha önce CHP, Atatürkçülük, solculuk, sosyalizm, çağdaşlık, laiklik gibi kavramlarla kendilerini tanımlamak zorunda kalan Aleviler, kamuya açık şekilde dini ve kültürel sorunlarını dile getirdiler ve seslerini belki de ilk kez kamuoyuna duyurmaya başladılar.
Türkiye kamuoyu Dersim olaylarını bu süreçte duyabildi. 12 maddede ifade edilen Alevi talepleri, bu süreçte kamuoyuyla paylaşıldı. Mustafa Kemal’den sonra Cemevine giden ilk Cumhurbaşkanı Abdullah Gül oldu. Bu ziyaretin Dersim’de gerçekleşmesi ve Cumhurbaşkanının Alevi adap ve erkânına göre davranması daha da anlamlıydı. 23 Mayıs 2008’de İstanbul Büyük Şehir Belediyesi ve 3 Eylül 2008’de Kuşadası Belediyesi, Cemevine ibadethane statüsü vermiş ve su masraflarının Cami tarifesinden verilmesini (ücretsiz) kabul etmiştir. Bunlar Alevilerin sorunlarının çözüldüğü anlamına gelmese de en azından durumun daha kötüye gitmediğini gösteren işaretlerdir.
Buna rağmen Alevilerin 2007’den sonra bu denli endişelenmelerine neden olan şey nelerdi? AKP’nin yüksek oy alması. Bunun Alevilere ne zararı olabilirdi? Yüzyıllardır bu topraklarda sürekli dezavantajlı olduklarını düşünen Aleviler, Cumhuriyetin değerlerinin kendileri için bir kurtuluş olmasa bile “koruyucu kalkan” olacağını düşünüyorlardı. AKP’nin bunu tahrip edeceği ve daha dezavantajlı duruma geleceklerini düşündükleri için endişeleri artmaya başladı. Ancak 12 Eylül referandumu, Alevilerin kendi ifadeleriyle “nefes alamaz hale gelmelerine” neden oldu. Üç yılda değişen neydi? Daha dezavantajlı duruma düşüldüğünü gösteren hiçbir fiili durum olmamıştı. Genel olarak anayasa değişikliği sürecinde uzlaşmaya gidilmediği, propaganda döneminde topluma baskı yapıldığı, Başbakanın “Bir mezhebe mensup olanlar beni mahkûm etmişlerdi. Yargı artık bir yerlerden, Dedelerden talimat alarak çalışmayacaktır.” sözleri, Anayasa mahkemesi ve HSYK’nın yapısının değiştirilmek istenmesi, bazı yüksek rütbeli subayların Ergenekon davasında yargılanması ve 12 Eylül referandumunun % 58’lik evet oyuyla sonuçlanması.
Aleviler, bunların inanılmaz bir baskı meydana getirdiğini söylüyorlar. Anlaşılan o ki Aleviler, kendilerini tehlikelerden (daha doğrusunu söylemek gerekirse Sünnilerden) koruyan bu yapılardı. Aleviler, bu koruyucu kalkanın yıkıldığını düşünmektedirler. Tarihsel olarak yedi yüzyıldır yaşadıkları mağduriyetlerin iç dünyalarında bıraktığı tesiri anlamak için derin bir empatiye gerek yoktur. Her şey ortadadır ve 2007’den itibaren olumlu gelişmeler olsa bile Aleviler endişelenmekte haklıdırlar. Geçmişte yaşananların oluşturduğu algıyı kısa zamanda yapılanların ortadan kalkmasını beklemek anlamsızdır. Fakat Aleviler ve Sünnilerin sürekli bu sırtlarındaki küfelerle yaşaması, onlara ne yarar sağlayacaktır?
Bu denli endişe ve güvensizlikle toplumun normalleşmesi ve tarafların aynı anda rahat nefes alması mümkün görünmüyor. Ayrıca endişe ve husumetin farklı zamanlarda Aleviler ve Sünniler lehine istismar edildiği bir gerçek. Aleviler ve Sünnilerin en kısa zamanda barış içinde bir arada yaşamalarını sağlayacak politik bir zemin bulmaları şarttır. Bunun için önce toplumsal çeşitliliği kabul etmeleri ve farklı inanç ve dünya görüşüne sahip insanlarla aynı coğrafyada ve mahallede yaşamayı yadırgamaktan vazgeçmeleri gerekecek. Ardından birbirleri ile yüzleşmeleri, acılarını paylaşmaları, tabu oyunu oynamayı bırakıp doğrudan kendilerini ifade etmeleri gerekecek. Tarihî ve politik önyargıları karşılıklı olarak unutmaları ve tıpkı yakın zamanda Güney Afrika’da ve geçmişte Avrupa’da olduğu gibi karşılıklı koşulsuz iyi niyet ve barış sözü vermeleri gerekecek. Birbirlerinin sorunlarına karşı kayıtsız kalmamak, ellerini daha da güçlendirecektir.
Yüzleşmek ne demektir? Nasıl olur yüzleşme? Çocuğunuz bazen sizden anlamsız şeyler ister. Örneğin dışarıda lapa lapa kar yağarken ayakkabısını, çorabını giymek istemediğini söyler. Anneler ve babalar genellikle zorla giydirmeye çalışır. Bunu da çocuğa iyilik gerekçesi ile yaparlar. Çocuğa ayakkabıyı zorla giydirmek, onun ayakkabıyı giymemekten kaynaklanan zararla, acıyla yüzleşmesini engeller. Eğer ayakkabıyı ve çorabı elinize alırsanız, çocuğun yalın ayak dışarı çıkmasına müsaade ederseniz çocuk, kara bastığında, soğuğu hissettiğinde çorabı ve ayakkabıyı giydirmeniz için size yalvaracaktır ve bir daha da ayakkabısız dışarı çıkmayı istemeyecektir. Zorla giydirmeye çalışmak, bir erken tedbirdir. Çocuğun soğukla yüzleşmesine izin vermek ise kalıcı bir tedbirdir. Erken tedbirler işe yaramaz. Aynı şekilde Aleviler ve Sünniler arasında erken tedbire başvurulmakta, aynı ortamları paylaşmaları, birbirleriyle konuşmaları, tartışmaları yıllarca engellenmiştir. Bunun sonucunda birbirine tamamen yabancı ama aynı toplumda yaşayan iki topluluk ortaya çıkmıştır. Onlar birbirleriyle yüzleşecekler, hassas oldukları noktaları keşfedecekler, birbirlerinin dünya görüşlerine katkı sağlayacaklardır. Toplumsal barışın oluşması için bu yüzleşmeye ihtiyaç vardır. İnsan hakları, demokrasi, laiklik ve ifade özgürlüğü bu yüzleşmenin vazgeçilmez ilkeleri olmalıdır. Birbirimizi tanımlamaktan vazgeçip anlamaya çalışmamız bu yüzleşme ile mümkün olabilir.
Aleviler ve Sünnilerin yüzleşebilmeleri için aynı şeylere, aynı şekilde inanmalarına ve birbirlerine benzemelerine gerek yoktur, sadece ortak bir politik zemine ihtiyaçları vardır. Şu üç temel terim bu politik zemin için yeterli olacaktır: insan hakları, demokrasi ve laiklik. Ancak bu terimler, paydaşların keyfi tanımlamalarına dayanamaz. Türkiye’nin imzalamış olduğu BM ve AB mevzuatın belirtilen tanımlar geçerli olmalıdır. Bu yüzden bunlarla ilgili eski ezberlerimizi bozmamız gerekecek. Bugünkü gelişmiş liberal demokrasilerde insan hakları, bir haklar hiyerarşisine dayanır. Yaşama hakkı, mülkiyet hakkı, sağlık hakkı, düşünce özgürlüğü, vicdan özgürlüğü, din özgürlüğü, ifade özgürlüğü, eğitim özgürlüğü, kıyafet özgürlüğü, seyahat özgürlüğü, çalışma özgürlüğü, istenmeyen mesleklere zorlanmama, teşkilatlanma özgürlüğü şeklinde bireyler için (kategorik olmasa bile) önem sırasına göre belirlenmiş haklar vardır.
Özgürlükler, insan haklarının önemli bir bölümünü oluşturur ve özgürlüklerin nelerden ibaret olduğu bu insan hakları hiyerarşisine göre belirlenir. Şu üç temel unsur, özgürlüğün niteliğini ortaya koyar:
1. Kendini Belirleme (self-determination): Kişinin neler yapacağına ve nasıl bir hayat biçimi dizayn edeceğine kendileri karar verir.
2. Sorumluluk (responsibility): Kişinin aldığı karar başkaları üzerinde hangi etkileri meydana getiriyor? İnsan hakları hiyerarşisi içinde başkalarının hangi haklarına zarar veriyor? Beni kamu otoritesi açısından imtiyazlı duruma getiriyor mu, başkalarını da dezavantajlı duruma düşürüyor mu? Kişi, aldığı kararların başkaları üzerinde ne türden etkileri olduğunu hesaba katmak zorundadır. Eğer başkaları üzerinde engelleyici olmayacak kararlar alınmışsa bu karar, özgürlüğün konusudur.
3. Müdahalesizlik (non-interference): Eğer sorumluluk ilkesine uygunsa bireyin amaçlarını gerçekleştirmelerinin, iyi hayat biçimlerine uygun eylemde bulunmalarının önündeki tüm engeller kaldırılır. Kişi davranışından alıkonulamaz. Bu ölçütler, Aleviler ve Sünnilerin Cemevleri, başörtüsü olmak üzere sorunlarını büyük ölçüde ortadan kaldırır.
Yüzleşme için gerekli olan ikinci politik araç demokrasidir: Demokrasi, kamu iradesinin bireylerin seçimiyle belirlenmesidir. Bu nedenle demokrasi, “çoğunluğun yönetimi” demektir. Ancak çağdaş demokrasi liberal demokrasidir. Liberal demokrasi, bireylerin temel hak ve özgürlükleri ile ilgili konularda demokratik süreçlere başvurulamayacağını savunur. Yani çoğunluğun hâkimiyetine karşı azınlığın hakları vardır. Bireysel haklar demokrasinin konusu yapılamaz. Bireysel yaşam alanını keyfi olarak daraltan kararlar, demokratik yollardan da alınsa meşru değildir. Cemevinin ibadethane olup olmayacağına, devlet memurunun başörtüsü takıp takamayacağına politik yollarla karar verilemez. Bu, liberal demokrasinin gereğidir.
Üçüncü politik araç, laikliktir. Devlet, farklı dini ve seküler yaşam biçimlerine eşit mesafede ve tarafsızdır. Hiçbir devlet faaliyeti keyfi olarak dini veya seküler/ideolojik kurallara dayandırılamaz. Politik araçlar, dini veya seküler yaşam biçimlerine sınırlama getiremez. Tüm politik kararlar, maslahata/fonksiyona dayanır ve rasyonel süreçlerle alınır. Politik kararlar mutlaklaştırılamaz, vicdan ve din özgürlüğünü sınırlayacak şekilde uygulanamaz. Liberal demokrasinin gereği olarak bireysel yaşam alanını ilgilendiren konularda laiklik bahanesiyle yasaklamalara gidilemez. Din özgürlüğü ve laiklik birbirinin zıddı olarak yorumlanamaz.
İnsan hakları, demokrasi ve laiklik Aleviler ve Sünniler tarafından ortak bir uzlaşı zemini olarak kabul edilirse her iki toplum, bireyler üzerinde herhangi bir zarar meydana getirmeden şu sorunlarını kolayca çözecektir: Cemevlerinin Alevilerin talep ettiği şekilde ibadethane olması, tekke ve zaviyeler kanunun kaldırılması. Alevilik eğitiminin Alevilerin hazırladığı bir müfredatla verilmesi, tek bir müfredat yerine çoklu müfredatın uygulanması ve bunların seçimlik olması. Alevi teolojisine uygun eğitim veren yüksekokul, fakülte ya da bölümlerin açılması, başörtüsü yasağının ilköğretim ve kamu çalışanları da dâhil olmak üzere kaldırılması, Diyanet İşleri Başkanlığının kademeli olarak kaldırılması ve bu süreçte tüm dini inançların eşgüdümünü sağlayan özerk bir kurum haline getirilmesi. Bunlar, Alevi-Sünni ilişkilerinin normalleşmesi için hayati önem arz etmektedir.
Ayrıca Türkiye’de sorun sadece Alevi ve Sünni sorunu değildir. Türkiye’de her yaşam biçiminin kendine ait önemli sorunları vardır. Bunların bir kısmı toplumun kendi iç çatışmalarından kaynaklanır ama bizim görebildiğimiz büyük bir kısmı sistemden kaynaklanır. Katsayı ve başörtüsü sorunuyla Sünniler; Cemevleri, Alevi ocakları ve zorunlu din dersi konularında Aleviler mağduriyet yaşıyor. Anadilde eğitim ve kültürel haklar konusunda Kürtler; Kilise vakıflarına el konularak ve geçmişin acılarını dile getirememekle Ermeniler ve Yahudiler mağdur oluyor. Bu etnik, dini ve kültürel farklılığın taşıyıcısı toplumlar da mağduriyetlerinin sorumlusu olarak birbirlerini gösteriyorlar. Oysa bu acıları yaşayanların ortak bir özelliği vardır: Farklı zamanlarda ve farklı şekillerde de olsa mağdur edilmeleri. Her türlü insan hakları ihlaline ve ayrımcılığa karşı dayanışma kültürünün oluşması için farklı yaşam biçimlerinin birbirlerinin varlığını özgünlükleriyle kabul etmesi, bir başlangıç noktası olarak zarurettir.
 İnsan hakları, demokrasi ve laiklik zemininde buluşulmasının yanında Alevi ve Sünni toplumun birbirine karşı yapacağı jestler de aralarındaki güvensizliği daha çabuk ortadan kaldıracaktır. Hoşlanmasak bile dinleme, duygusal yakınmaları anlayışla karşılama, söylenenleri opsiyonlu ve iyiye yorarak dinleme gibi küçük fedakârlıklar, büyük yollara alınmasına neden olacaktır. Alevilerin sorunlarını kamuoyuna duyurmak için yaptıkları toplantı ve gösterilere Sünnilerin destek olması büyük bir jest olur. İki toplumun birbirine karşı jestlere ihtiyacı vardır. Aleviler de haklarını sınırlamayan talepler karşısında Sünnilere destek olmalıdır.
Alevilerin ve Sünnilerin birbirlerine yapacakları en büyük jest, birbirlerini kendi yaşam biçimleri üzerinden tanımlamamalarıdır. Genellikle bunu Sünnilerin yaptığı söylenir, bu doğru olmakla birlikte Aleviler de sık sık aynı yola başvururlar. İnternette bir bloktan aldığım şu yazı sanırım Alevilerin Sünnilere bakışlarındaki genel tavrı göstermektedir. “Çorum’un iki tane Palabıyık köyü var. Biri Alevi biri Sünni’dir. Alevi Palabıyık Samsun tarafında, Sünni olan da Ortaköy tarafında bir Yörük köyüdür. Ama aşırı dinci değiller, diğer Sünni köylerine göre Alevi köylerinin arasında kaldığından hafif çağdaşlaşmışlar.” Bu genel bir Alevi bakış açısıdır diyebiliriz. Bu söylem, karşıdakinin yaşam biçiminin meşru kabul edilmediğini gösteriyor. İnternetten örnek vermemin sebebi artık her bireyin toplumsal sorumluluğu olduğunu göstermektir. Bu konularda yazdıklarımız, söylediklerimiz artık kamusaldır. Facebook başta olmak üzere internet, insanları her alanda birbiriyle yüzleştiren büyük mekânlardır.
SONUÇ

Alevilerin düşündüğü gibi yüksek yargı ve ordu, asla Aleviler için koruyucu kalkan olmamıştır. Aksine Alevilerin yaşadıkları toplumun bir parçası olmasını engellemiş, onları toplumun bütününden izole etmiş ve soyutlamıştır. Koruyuculuk görüntüsü altında Alevi toplumla Sünni toplum bir birinden koparılmıştır. Alevilerin tarihsel endişeleri, Aleviler ve Sünniler arasındaki bariyeri güçlendirmek için kullanılmış ve zaman zaman Maraş, Çorum, Malatya ve Sivas gibi olaylarda olduğu gibi bu endişeyi derinleştirecek olaylar tertip edilmiştir.
Ordu ve yüksek yargı aslında koruyucu değil bir korku kalkanıydı. Bu kalkanın kalkması, Alevilerin endişe edeceği bir durum değildir. Aksine onları kendi dilleri ile ifade etmelerine, dini kimliklerini dışarı vurmalarına, Sünnilerle yüzleşmelerine ve birbirlerinin hassasiyetlerini tanıyarak birlikte yaşamanın optimum koşullarını sağlamalarının önü açılmıştır.
Türkiye’de bir şeylerin değişmesinden bahsedeceksek mutlaka bir resmi ideoloji eleştirisi yapmak zorundayız. Yeni Anayasa yapılacaksa resmi ideoloji eleştirisi şarttır çünkü Türkiye’deki anayasalar hukuki nosyonla değil ideolojik nedenlerle yapılmaktadır. Eğitimle ilgili konuştuğunuzda mevcut uygulamalar pedagojik değil ideolojik nedenlerle yapılmıştır. Din eğitimini tartışacağınız zaman, diyaneti tartışacağınız zaman da resmi ideoloji ile yüzleşmek zorundasınız. Bunlar, bireylerin talep ve beklentilerine göre değil ideolojik ve vesayetçi bir zihniyetle düzenlenmiştir. Resmi ideoloji ya da daha genel olarak devlet perspektifinden bakan çözümlerin insani sonuçlar ortaya çıkarması imkânsızdır.
Aleviler ve Sünniler arasındaki en büyük barikat, birbirlerine olan güvensizlik ve bu güvensizliğin ortaya çıkardığı korku ve endişelerdir. Bu güvensizlik ortamı ortadan kalkmadan, Türkiye’de toplumsal bir barışın olması mümkün değildir. Çünkü zinde siyasi güçler, bu gerilimi sürekli kullanmakta ve toplumları birbirlerine karşı düşman göstererek ayakta kalmaktadırlar. Önce birbirlerine karşı salmakta ardından sözde araya girip arabulucu rolünü üslenmektedir. Başımıza gelen iyilik de kötülük de kendi ellerimizle işlediklerimiz yüzündendir. Alevilerin ve Sünnilerin önlerindeki alternatif çok açıktır. Ya sırası gelip “ötekilerin” ezildiğini görmek ya da birbirimizin hayatına renk katan iyi komşular olmaktır. Eğer ikincisi tercih edilirse yüzleşmeye hemen başlanmalıdır.


[1] Mehmet Kutlular, 1999 Marmara depreminden sonra “ilahi ikaz” şeklinde yaptığı açıklama nedeniyle ceza almıştı. 2008’de AİHM, Kutlular’ın başvurusu üzerine söylediklerini ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirdi ve Türkiye’yi 5000 Euro maddi tazminatla cezalandırdı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

KLASİK MANTIKTA KIYASIN MODALİTESİ: MOD VE ŞEKİLLER

ARİSTOTELES VE MARTİN HEİDEGGER’DE VARLIK KAVRAMI

ŞÜPHE