ŞÜPHE





Feyza CEYHAN ÇOŞTU
            GİRİŞ
            Felsefenin ele aldığı tüm konuların içine girmiş bir cin gibidir, şüphe. Bu cin; felsefenin, düşünen beynin yani insanın içindedir.
Günlük hayatta şüphenin, insan hayatına kattığı olumlu durumlar vardır. İnsanı yanlıştan, hata yapmaktan koruyabilir. Bir de yaşama zarar veren tarafı vardır ki, bu da güvensizliği, mutsuzluğu ve zor bir hayatı getirir. Şüphenin felsefe içindeki yeri de bu iki durum gibidir. Felsefe de şüphe, olması gerekendir. Meseleleri çözme yöntemi ve yeni sorulara kapı açma yoludur. Dolayısıyla bütün konuların ana dayanağıdır, metodudur. Bir de yıkıcı özelliği vardır ki- burada aşırı şüphecileri kastediyoruz-bunlar ne varlık ne de bilgi anlamında hiçbir şey kabul etmezler. Bu öyle bir şüpheciliktir ki, buna kapılan kişi, artık bilgi üretemez ve hayata yeni bir şeyler katamaz hale gelmektedir yani şüphe denizinde boğulmaktadır.
İşte benim bu başlık altında bahsedeceğim şüphe, şüpheyi bir tavır ve araç olarak kullanmayı seçen filozoflar ile şüpheden başka amaç gözetmeyen filozoflar olarak iki koldan ayrılacaktır. Amacım şüphe başlığı altında, şüphenin, felsefe tarihi içinde nasıl kullanıldığını araştırmaktır.
Bunu yaparken öncelikle şüpheciliğin, şüphe duymamızı gerektirecek unsurların ne olduğu konularından başlayıp ondan sonra felsefe tarihi içinde görülen aşırı şüpheciler ve şüpheyi bilgi elde etmek için kullananlar olarak ayrım verilecektir.
A)     ŞÜPHE VE ŞÜPHECİLİK
Şüphe, bir şeyin doğruluğuyla ilgili olarak tereddüt içinde olma, kesin karar verememe durumudur.[1]Bu tanımıyla şüphe, olması gereken bir araştırma yolu mu yoksa bir nevi kararsızlık ve daha uç noktada ise patolojik bir durum mudur? Bunun ayırt edilmesi şüphenin ayarıyla ilgilidir. Şüphecilik ise yine Ahmet Cevizci’nin Paradigma’da verdiği tanıma göre;“İnsan zihninin bilgide kesin ve pozitif doğrulara ulaşamayacağını, kesin ve doğru bilginin mümkün olmadığını ve insanın görünüşlerin ötesine geçerek gerçekliğin kendisine ulaşamayacağını öne süren görüştür.”[2] Bu tanıma göre şüpheci bize şunları söyler: Doğru bilgiye ulaşmak imkansızdır, hiçbir şey bilinemez ve insan zihni doğru bilgiye ulaşmada yetersizdir. Bu tanımdan hareketle epistemoloji, ontoloji ve zihin felsefesi eksenli bir şüphecilik gelişmesi mümkündür.Fakat biz şüpheciliği, temelde bilgi problemi ekseninde ortaya çıkmasından dolayı, bu yönüyle inceleyeceğiz.
Bilgi konusunda araştırmalar Antik Yunan’a kadar gitmektedir. Yunan’da en geçerli bilgi tanımlarından biri Platon’a aittir. Platon’dan öncesinde ise Sofistlerde bilgi ile ilgili tartışmalar oldukça yaygındır. Bunu Platon’un diyaloglarında görmekteyiz. Bilgi ile ilgili tartışmalar, bilgi nedir sorusu etrafında değil de, doğru bilgi nedir sorusu etrafında gerçekleşmiştir. Bu anlamda Sofistlerin, ilk bilgibilimsel irdelemeleri yaptığını söyleyebiliriz.[3]
Sofistlerden önce filozofların doğa ve varlık üzerine düşündüklerini görüyoruz. Thales, Anaximenes, Anaximandros, Herakleitos, Empedoxles, Demokritos  gibi düşünürler evrenin ana maddesi/ arkhe problemi üzerine yoğunlaşmışlar ve töz arayışlarına girmişlerdir. Fakat bu filozofların farklı farklı cevaplar vermesi, bunların hangisinin doğru olduğu sorusunu beraberinde getirmiştir. Mutlak doğru bir tane ise, bu çeşitlilik neden kaynaklanmıştır.[4] Mutlak doğru bir tane değilse o zaman doğrudan bahsedebilir miyiz? Herkese göre farklılaşan doğru, aslında doğrunun olmadığını mı gösterir? İşte bu sorular Sofistlerin ortaya çıkış noktasıdır(MÖ.5.yy). Sofistler düşüncelerini bu sorular etrafında oluşturmuştur.
Sofistlerin şüphecilik tarihinde ilk olmaları göz önünde bulundurulmadan, felsefe tarihi içinde şüphenin kullanım biçimlerine göre bir sınıflamaya gitmeyi daha uygun buluyorum. Bu anlamda şüpheciliği 2’ye ayırarak şekillendirdim:
a)      Yıkıcı şüphecilik : Sofistler ve Septikler bu grupta anlatılacaktır. Sofistlerin ünlülerinden Protagoras ve Gorgias’dan bahsedilecek, Septikler de ise 3 başlık altında filozoflardan bahsediecektir: İlkçağ septisizminde Pyrrhon ve Timon; Akademi Şüpheciliğinde Arkesilaos, Karneades, Çiçero ve Antiokhos; Yeni kuşkuculukta ise Aenesidemos, S.Empiricus, Agrippa, Menodotos’dan bahsedilecektir.
b)      Yapıcı Şüphecilik : Bir tavır, yöntem olarak şüphecilik. Bu grubun içine Sokrates’in şüphe ile felsefe yapma biçimi, Descartes ve Gazali’nin şüpheyi araç olarak kullanması, Locke,  Hume ve Kant’ın deney dışı olana şüphe duyarak felsefelerini oluşturmaları dahil edilebilir.
Çağdaş epistemolojide ise Gettier sorunu etrafında şüphecilik ne durumda ona bakılacaktır. Bu ayrımlara geçmeden önce şüpheyi ortaya çıkaran unsurların ne olduğuna bakılması daha uygundur.
B)     ŞÜPHE DUYMAMIZI GEREKTİREN GENEL UNSURLAR
Düşünce tarihinde bildiğimiz ilk şüpheciler olan sofistlerin ve daha sonra septiklerin, şüpheyi amaç olarak kullanmasının temelde iki nedeni vardır: Birincisi duyumların yanıltıcı olması yani duyularımıza güvensizlik, ikincisi ise bilginin süjeye ait olması.
Sofistlere göre, duyu organlarımıza dayalı olarak bilgi oluşturmanın güvenilir bir yol olduğunu söyleyemeyiz. Duyularımız yanıltıcıdır ve bu yanılgıyı ortadan kaldıracak bir mekanizma da yoktur. İlk bilgi kaynağımız olan duyular sürekli bizi aldatmaktadır. Günlük hayatımızda bunun örneğini sıkça görürüz. Yolda yürürken uzakta gördüğümüz bir çöp kutusunu büyük bir çantaya benzetebiliriz yada çayın içindeki kaşık kırık olmadığı halde bize kırık gibi görünebilir. Yine halüsinasyon durumlarında da kişi aslında olmayan şeyleri gördüğünü, yaşadığını iddia edebilir. O zaman şüpheci bir insan şunu söyler: Eğer kimi zaman ben sanrı, düş görüyorsam yada algılarım bir şeyi olduğu gibi göstermiyorsa; şu anda yanılmadığımı bana kim ve ne garanti edebilir? Belki her an yanılgı içindeyim.Bu durumda benim doğru bilgiye ulaşmam imkansızdır?[5]
Bilginin süjeye ait olması da şüpheciliği getirmiştir. Kişi sayısı kadar ortaya çıkan bilgi vardır, dolayısıyla ortak, genel geçer bir bilgiden bahsedemeyiz. Bunu en iyi Protagoras’ın “insan her şeyin ölçüsüdür” şeklindeki ifadede görüyoruz. Buna göre her insana göre değişen, farklılaşan bir bilgi ve doğruluk ölçüsü vardır. Bu da subjektif bir bakış açısını getirmiştir.
ŞÜPHECİLİK ÇEŞİTLERİ
C.1) YIKICI ŞÜPHECİLİK
C.1.1 ) SOFİSTLER
Sokrates, Hippokrates’e sorar:
-           “Tanrılar hakkı için, Yunanlıların karşısına bir sofist olarak çıkmaya utanmayacak mısın?”[6]
Sofistlerin, Sokrat’ın ifadesiyle utanmalarını gerektirecek davranışları, para karşılığı ders veren eğitmenler olmalarıdır. Zamanının birçok filozofu bu gezgin öğretmenleri eleştirse de, sofistler aslında Yunan’daki Aydınlanma çağının öncüleridirler. [7]
Sofistler, kendilerinden önceki filozoflardan ayrılırlar. Özellikle doğa üzerinde ilerleyen arkhe tartışmaları sofistler de yerini; insana, bilgiye, toplumsal ve din konularına bırakmıştır. Eleştirel bir tavrın hakim olduğu bu yönelimde felsefenin amacı insanları bilgilendirmektir. Bu bildirimi yapmak da ustalıklı bir dil kullanmayı gerektirmiştir. Bu da onların söylev sanatında epeyce ilerlemelerini sağlamıştır.[8]
Sofistlerin en önemli özellikleri şüpheciliği benimsemeleridir. İnsan bilgisinin duyu organlarına dayandırılması ve duyu organlarının insanları bazen yanıltabilmesi, bu şüpheciliğin dayandığı temel düşüncedir. Bilgi, algı ile eşit tutulmuş ve algıların göreceliği üzerinden doğru bilgiye ulaşmanın mümkün olmadığı söylenmiştir. Bu görecelik, sofistleri rölativizme götürür. Şeyler, insanlara göründüğü gibidirler yani her kişiye göre hatta her duyu organına göre de farklılaşmaktadır. Örneğin, parfüm, koku alma duyusuna hoş, tat alma duyusuna acı gelmektedir. Bu da farklı farklı izlenimler ve bilgiler demektir.[9] Aslında “bilgi algıdır” şeklindeki bir tanımlamadan rölativizme geçilmesi gayet doğaldır çünkü her algılayan kadar bilgi olacaktır. Sofistlerin bu tanımlamasına, algılamanın tek başına bilgiyi veremeyeceğini söyleyen Platon, Theaitetos diyaloğunda Sokrates diliyle şöyle karşı çıkar:
Sokrates: - O halde duyularla alınan izlenimlerde bilgi bulunmaz; fakat bu izlenimler hakkındaki düşünüşlerde bulunur; zira görünüşe göre varlığa ve gerçeğe bu alanda varılır; ötekinde ise imkansızdır.[10]
Platon’un bu anlatımı, bilgi algıdır diyen sofistlerin tanımının yetersiz olduğunu gösterir. Algı ve bilgi aynı şeyler değildir. Bilginin içinde düşünüş ve akli süreçler de vardır. Bu da “kişi kadar bilgi vardır” göreceliğini ortadan kaldırmaktadır.
Sofistlerin en ünlüleri Protagoras ve Gorgias’tır.
Protagoras: Önemli şüpheci filozoflardan biri olan Protagoras, “İnsan her şeyin ölçüsüdür; var olanların varoluşlarının da, var olmayanların var olmayışlarının da.” diyerek algıda göreceliği, öznelliği vurgulamıştır.
Burada insana yüklenen iki anlam vardır: Birincisi, insan varsa her şey vardır. İkincisi ise insana göründüğü kadarıyla her şey vardır. Yani dış dünya, bir anlamda insanın olmasına bağlanmıştır. İnsan varsa her şey var, yoksa hiçbir şey yoktur. Diğerinde ise, insan var olanın ölçüsüdür, bu yüzden her şey insanlara göründüğü kadarıyla vardır ve kimseye görünmeyen yoktur.[11]
Protagoras’a göre tüm bilgiler algılarla oluşur. Bilgi için tek kaynağım algıdır. Dolayısıyla mutlak, nesnel bir bilgi yerine kişiden kişiye değişen öznel bilgilerden bahsedebilirim. Eğer ki bir mutlak ve doğru bilgiden bahsedecek olsak bile, ona ulaşmak imkansızdır. Bu açıdan bilgide görelilik hakimdir. Bu düşünce aslında Herakleitos’un oluş öğretisinden etkilenmiştir. Herakleitos’a göre var olan şeyler sürekli bir akış içerisindedir. Bu akışta her şey değişmektedir, aynı kalan hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla böyle bir dünyada aynı ve değişmez kalan şeylere ulaşamam. Bu da Protagoras’ın görelilik düşüncesini etkilemiştir.[12]
Platon, Protagoras adlı diyaloğunda, Protagoras’ın para karşılığında verdiği derslerden, gençlerin kazanımlarını onun dilinde şöyle anlattırır:
            Protagoras:- Delikanlı, benden ders almakla ne kazancın olacağını söyleyeyim. Benim yanımda bir gün geçirdikten sonra olduğundan daha iyi olarak döneceksin eve, ertesi gün de aynı şey olacak; böylece her geçen günle daha iyiye doğru ilerleyeceksin
....Benim yanımda yalnız öğrenmek için geldiği bilimi öğrenecek; bu bilgi ona ev işlerinde evini en iyi yönetme biçimini öğretecek olan, sitenin işlerinde de onun en iyi konuşup, davranan kimse haline gelmesini sağlayacak olan temkinliliktir…. Yani siyaset ve iyi yurttaş yetiştirmek…[13]
            Bu diyalog bize Protagoras’ın şüpheciliğinin yanında toplum meseleleri ve günlük hayatla ilgili birçok konuda da düşünce geliştirdiğini göstermektedir. Bu da bazı günlük bilgileri kabul ettiğini gösterir.
Gorgias: “Hiçbir şey yok, olsa da bilinemezdi, bilinse de başkalarına aktarılamazdı” diyerek şüpheciliği uç noktalara, hiççiliğe vardırmıştır.
Gorgias’a göre hiçbir şey yoktur, yoklukta varlıkta yoktur. Eğer yokluk olsaydı, hem bir şey olarak var olacaktı hem de anlamı gereği var olmayacaktı. Varlık da yoktur çünkü eğer varlık yaratılmamışsa sonsuzdur, sonsuzsa da hiçbir yerdedir. Yaratılmışsa da ya yokluktan ya da varlıktan yaratılacaktır. Yokluk zaten var olmadığı için yokluktan yaratılamaz. Varlıktan da yaratılamaz çünkü o zaman kendisinden yaratılan varlık asıl varlık olur ki bu da yine sonsuzluğa dayanır. O halde varlık da yokluk da yoktur. Eğer varlık olsaydı da biz onu bilemeyecektik. Varlığı bilmek için düşünmemiz gerekir. Ayrıca düşündüğümüz şeyin, düşünmemizden dolayı var olması gerekir. Nasıl ki var olmayan şeyi düşünüyoruz, var olan şeyin de düşünülmemiş olması mümkündür. Böylece düşündüğümüz her şeyin var olduğunu söylemek anlamsız olur. Varlığın bilgisini elde edebilsek bile başkalarına aktaramayız der en son Gorgias. Dış gerçek bize sözden başka bir şeyle iletilir. Bizim dışımızda olanları yansıtan söz değildir. Dil, varlığı hiçbir biçimde olduğu gibi aktaramaz.[14]
Görüldüğü gibi Gorgias, hiççiliğin sınırlarını oldukça zorlamıştır. Protagoras, her görüşün gerçek olduğunu iddia ederken, Gorgias da her görüşün yanlış olduğunu söylemiştir.[15]Protagoras ve Gorgias, şüphecilikte ve görelilikte bu kadar ileri gitmişken çağdaşlarına neleri anlatmış olabilirler? Yani mutlak bir doğrunun olmadığını, bilginin her kişi ve duruma göre çeşitlendiğini ifade eden sofistler, para karşılığında olmayan bilgiyi mi sattılar? Burada bilginin pratik amaçlar için kullanıldığını görüyoruz. Yani herkese göre farklılaşan bilgiler, pratik hayatta işe yaradığı ölçüde kullanıma hazırdır. Bu yüzden sofistlerin anlattıkları meseleler; siyaset, etik, dili kullanma ve gramer gibi konulardan oluşmaktadır. Fakat bilimsel bilginin bu tip bir şüphecilikte ne kadar ilerleyebileceği ise sorulması gereken sorudur.
Eleştirel düşüncenin yaygınlaşmasına hizmet eden bu grup filozofları, kendilerinden sonra gelenleri de oldukça etkilemiştir. Karşı çıkmalarına rağmen Sokrates ve Platon, felsefelerini oluştururken şüpheyi kullanmaktan çekinmemişlerdir.


C.1.2 ) SEPTİKLER
Hellenistik- Roma felsefesi döneminde, dört büyük felsefe okulundan bahsedilir. Bunlar Epikürosçuluk, Stoacılık, Septisizm ve Yeni Platonculuktur.
Bu okullardan birisi olan Septisizm, kuşkuculuk ile anılır. Aynı zamanda da “gerçeğin peşinden koşan araştırmacılar”ın oluşturduğu felsefe okulunu tanımlar. Septisizm kendi içinde de belli gruplara ayrılır: İlk dönem septikler Pyrrhon ve Timon’dur. Akademi Şüpheciliği ikinci dönemi oluşturur ve Arkesilaos, Karneades, Çiçero ve Antiokhos bu dönemdedir. Üçüncü dönem yeni kuşkuculuk ise Aenesidemos, S. Empiricus, Agrippa ve Menodotos gibi isimlerden oluşur.[16]
Septiklere, gerçeğin peşinden koşan araştırmacılar denilmesinin nedenininaltında yatan, dönemin karmaşık düşünsel yaşamı ve çok çeşitli düşüncelerin doğruluk iddiaları olabilir. Septikler, kuşkucu tavırlarına rağmen, araştırmaktan düşünmekten vazgeçmemişlerdir. Aynı zaman da gerçek hayattan da kopuk olduklarını söyleyemeyiz. Onların en önemli amacı bu dünyanın gereği gibi açıklanmasıdır. Bu açıklamaları yaparken şüpheci argümanlarla “bilgiye ulaşamayız” ya da “nesnelerin gerçek bilgisine ulaşamayız” derken bile bir bilgi vermektedirler. Bu anlamda en az bir bilgiyi kabul etmektedirler. Dr. Hacı Mustafa Açıköz’ünSextusEmpirikus ve Şüphe adlı kitabının önsözünde de ifade ettiği gibi, her şüphe, inancı tersten pekiştirmektedir. Yani şüphecilik negatif dogmacılıktır.[17]
C.1.2.1 )İLKÇAĞ SEPTİSİZMİ
Pyrrhon: Kuşkuculuğu okul haline getiren ilk filozoftur. Şüphecilik bu dönemde sofistlerdeki gibi değildir. Daha sistematiktir ve gelişim göstermiştir.
Pyrrhon’a göre mutlak doğru bilgiye, gerçeğin objektif bilgisine ulaşabilmenin herhangi bir yolu yoktur.Böyle bir amaç için yola çıkıldığında tartışmaya açık, kuşkulu bir durumla karşılaşılır. Her önermeye, onu doğrulayan ve onu yanlışlayan iki önerme ile cevap verilir. Bunlar çelişik olmalarına rağmen, mantıksal güçleri bakımından birbirlerine eşittirler. Bu iki eşit önermeden hangisini kabul etmeliyiz? Bu noktada Pyrrhon, en iyi yolun yargıdan kaçınmak (epokhe) olduğunu söylemiştir. Yargıdan kaçınmak kişiyi her türlü eleştiriden, görüşlerin çatışmasından doğan gerginliklerden kurtarır. Böylece kişi daha sağlam, dingin bir ruh haline kavuşur ve huzura (ataraxia) kavuşur. Yani kişi nesnelerin gerçek yapısını aramaktan vazgeçmeli ve sadece görünümlerle yetinmelidir. Bilge kişi, hiçbir şey hakkında “bu böyledir” dememeli. “Bana öyle geliyor”, “böyle olabilir” gibi ifadeler kullanmalıdır. Bilgece yaşam, dingin, huzurlu ve erdemli bir yaşam demektir.[18] Dönemin genel özelliği gereği insanın amacı, mutlu yaşamayı öğrenmektir. Filozofların da tümünün felsefi amacı, kişinin mutlu olmasını sağlayacak bir ahlak felsefesi sistemi oluşturmaktır.
Timon: Pyrrhon’un öğrencisi Timon, üç soru sorar ve bunları yanıtlar:
1.      Nesnelerin gerçek yapısı nedir? – Akalepsia ( kavranamaz )
2.      Nesneler karşısındaki davranışım ne olmalıdır? – Epokhe ( Her türlü yargıdan kaçınmak )
3.      Nesneler karşısındaki doğru bir davranış bize ne kazandırır? – Ataraksia ( tutkulardan arınmak- ruh sarsılmazlığı-dinginlik )[19]
Timon, herhangi bir konuda yargıya varmanın insanın mutluluğunu engellediğini anlatır. Bu dönem düşüncesi aslında “insan nasıl ruh dinginliğine ulaşabilir?” sorusu etrafında şekillenen bir düşüncedir. Bu soru, her türlü yargıdan kaçınmaya bizi götürür ve dönem felsefesi de mutluluk ahlakına kilitlenir. Bu düşünce, sadece dönemdeki kuşkucular arasında değil, hellenistik dönemin okullarından Stoacılık ve Epikürosçulukta da etkindir. Yine sofistlerde de tamamen mutluluk ahlakına yönelik olmasa da, iyi ve başarılı yurttaş yetiştirmek, günlük hayatın içinde değerli olan şeyleri ayıklamak insan için önemlidir. Onlar, pratik yaşamın ve siyasetin getirdiği bir erdem öğreticisi olmak amacındaydılar.[20]
C.1.2.2 ) AKADEMİ ŞÜPHECİLİĞİ
      Arkesilaos: Platon’un Akademisinden yetişen Arkesilaos, bilgininimkansız olduğunu söylemiştir. Ona göre, her şey mutlak bir karanlık içinde saklanır. Algılanabilecek veya bilinebilecek hiçbir şey yoktur. Yanlış yapmamak için seçilecek en iyi yol, yargıyı askıya almaktır. [21]
Arkesilaos, kuşkucu yaklaşımını, Sokrates’in kullandığı sorgulama yöntemi ile yapar. Aralarındaki fark, birinin doğru bilgiye ulaşılabildiğini söylemesi, diğerinin ise bunun mümkün olmadığını söylemesidir. Sokratik yöntemi kullanarak özellikle Stoacılığın doğruluk ölçütü olarak kabul ettiği kataleptik tasarım-kavram düşüncelerine karşı çıkmıştır. Stoacılara göre tüm bilgilerimizin kaynağı duyu algısıdır. Tüm algılarımız değil, katalepsis haline gelenler, yani tekrarlar sonucunda zihnimizde derin iz bırakarak kökleşmiş olan tasarımlar, doğru bilginin ölçütüdür. Arkesilaos ise buna karşı çıkar. Çünkü ona göre rüyalarda, duyu yanılmalarında, halüsinasyonlarda duyusal tasarım çok derin izler bırakır. Fakat bunlar, nesnesi olmayan veya nesnesini farklı aktaran tasarımlardır. Yani yanlış tasarımlardır. O halde kataleptik diye nitelenebilen tasarımlar da yanlış olabilir. Gerçekte de yanlış olmaktan muaf olabilecek hiçbir tasarım bulunmaz, der.[22]
Karneades: Akıl ve duyu organları bize mutlak bilgiyi veremez. Çünkü duyu bilgisinde yanılma, gerçekmiş gibi algılama söz konusudur ve bu da bilgiyi mümkün kılmamaktadır. Akıl alanında da mutlak bir doğruluk yoktur. Bu noktada Stoacılar, en azından bir önerme, ya doğru ya da yanlıştır, bu alanda kuşku olmaz derken, Karneades bunu “yalancı sofizması”nı örnek göstererek çürütür. Yalancı sofizmaya göre, kendisi Giritli olan biri, “tüm Giritliler yalancıdır” demiştir. Buna göre kendisi de Giritli olduğu için yalan söylemiş oluyor. Yalan söyleyince de, söylediği güvenilir olmaktan çıkıyor. Ama eğer yalan söylüyorsa aynı zamanda bu iddiasını doğrulamış oluyor. Bu durumda önermesi hem doğru hem yanlış oluyor. [23]
Mutlak bilginin olanaksızlığından hareketle ve de hem duyu organları hem de aklın sağlam bir doğruluk ölçütü sunamamasından hareketle, bir olasılık (ihtimal) kuramı geliştirmiştir. Bunun nedeni bilinemez dediği şeylerin, aslında bilinebilir olması sonucunu, ihtimale çevirme isteğidir. İhtimalide üç dereceye ayırmıştır: 1. Yalnız başına dikkate alındıkları takdirde muhtemel olan tasavvurlar, 2. Muhtemel olan ve aynı zamanda belirli diğer tasavvurlarla çelişmeyenler, 3. Her yönden desteklenen tasavvurlar.[24] Bu son madde, aslında bilime karşılık gelmektedir. Bu olasılık kuramına göre, olasılıkla doğru olma, mutlak doğru olma iddiasının yerini almıştır.
Olasılıkla doğru olma kuramı aslında doğruluğa açılan bir kapıdır. Şüpheciliğin en üst düzeyde yaşandığı septiklerde, bilim yapmak için bir çıkış yolu gibi gözükmektedir.
Cicero: Karneades’in olasılık kuramını benimsemiştir. İnsan için mutlak doğruluklara ulaşmak söz konusu olmadığına göre, olası olanla yetinmesi gerekmektedir. Kavramlar ve bilgi konusunda “olasılıkla doğru” demekten başka bir yol yoktur. İnsan için ancak olasılık vardır. Algılar, bilgiler ve nesnelerin kavramları olasılıdır.[25]
Antiokhos: Kuşkuculuğun yumuşatılmasını sağlayan düşünürlerden biridir. Ona göre her koşulda kuşkucu bir tutum içinde kalmak mümkün değildir. Eğer günlük algılarımızdan şüpheye düşersek, bilimde sanatta ve günlük hayatta ilerleme sağlayamayız.[26] Bu düşünceleriyle dogmatizme kayan Antiokhos, daha çok Stoacıların yanında gözükmektedir.
C.1.2.3 ) YENİ KUŞKUCULUK
Aenesidemos:İskenderiye’de şüpheciliğin ilk şekline yani Pyrrhoncu anlamdaki şüpheciliğe dönüşü sağlayan düşünürdür. Bu anlamda yeni şüpheciliğin kurucusudur.
            Ona göre bir şüpheci için ana davranış olan epokhe’nin dayanağı, insanın algı ve yargılarının sürekli değişmesidir. Epokhe’ye geri dönmeyi savunan düşünürün, neden yargıdan kaçınmak gerektiği ile ilgili on temel ilkesi (troposlar) vardır. Bunlardan beş tanesi özneyle ilgili, beş tanesi ise nesneyle ilgilidir. Bu ilkeler, var olan yanılsama tarzlarını ortaya koyar.[27]Bu ilkelerin, bakıldığında, genellikle algı yanılmalarıyla ilgisi olduğunu görmekteyiz.
            SextusEmpiricus: Şüphecilerden bize tüm eserleri kalmış tek filozof olan Empiricus sayesinde, diğer şüphecilere dair de çok şey öğreniyoruz.Aenesidemos’un on tropostunu da yazılı olarak bize ulaştıran kişi Empiricus’tur.
Empiricus, her ne kadar şüpheci bir sistem ve doktrinden bahsetmek istemese de, kuşkuculuğu sistemleştiren kişidir. Ona göre şüpheci amaç, kişinin bütün eylem ve düşüncelerinin kendisi tarafından yönlendirildiği fakat kendisinin hiçbir şekilde yönlendirilmeyen ve mutlak arzulanan şey olmasıdır.[28]Kuşkuculuk dışında elde edilen her tür bilimsel ve felsefi bilgiyi dogmatik olarak kabul eden düşünür, kuşkucu olan birinin hiçbir görüşe veya bilimsel kurama veya ilkeye bağlanmaması gerektiğini öne sürmüştür.[29]Kuşkuculuğun nasıl olması gerektiğini ve Sokrates sonrası kuşkucuların neler düşündüklerini, dogmatizme gitmelerini, yargıyı erteleyen kuşkucuları anlatarak genel bir kuşku felsefesi yapar.
Empiricus, şüphecilerin kullandığı dil konusunda da açıklamalarda bulunur. Bu o dönem için ilginç bir araştırma olabilir. Analitik felsefenin tüm problemlere dil açısından yaklaşması ve dil analizi ile çözüm bulması sürecinin bir örneğini Empiricus’ta görebiliriz. O, şüphecilerin kullandığı dilsel ifadeleri belirlemeye çalışarak aslında belli bir zihinsel süreci ortaya koymaya çalışmıştır. Şüphecilerin kullandığı bazı ifadeler şunlardır:
-daha fazla değil
-belki, muhtemeldir ki, şöyle olabilir ki…
-ben hiçbir fikir belirlemesinde bulunamam, hiçbir şeyi belirleyemem vb. gibi ifadelerin aslında ne için kullanıldığını araştırma yoluna gitmiştir. [30]
Agrippa ve Menodotos: Agrippa, Aenesidemos’untroposlarına karşı daha geniş ilkeler oluşturmuş ve bunların sayısını da 5’e indirmiştir. Bu ilkelerden çıkan sonuç şudur: “Hiçbir şey kendi başına bilinemez ama ötekilerle ilişki içinde bilinebilir.” Bu ötekiler mutlak biliniyorsa diğerleri hakkında bilgi verebilir. Mutlak bilinme durumu da olmayacağına göre hiçbir şey bilinemez.
Menodotos ise, troposları 2’ye indirmiştir. [31]
Yıkıcı şüphecilik başlığı altında incelemeye çalıştığımız sofistler ve septiklerin, tarihsel olarak da bir gelişim gösterdiklerini söyleyebiliriz. Sadece görünüşleri fark edebiliriz diyen bir noktadan Empiricus’la birlikte bilimsel bir tutuma doğru yol almışlardır. Bu sonuç aslında bize, şüphenin tek amaç olarak yaşamın tümüne hakim olmasının mümkün olamayacağını gösterir. Çünkü insan ilerlemek, gelişmek ve dönüşmek ister. Bunun için kendine yeni yollar bulur ve şüphe hayatındaki tek amaç olarak değil, amaca ulaşmada bir yöntem olarak etkisini sürdürür.
C.2 ) YAPICI ŞÜPHECİLİK
      Bu başlık altında, aslında tüm filozoflardan bahsedebiliriz. Çünkü filozofların şüphe dışında bir tavır geliştirdiklerini söyleyemeyiz. Hiçbir filozof kendisinden önceki veya çağdaşı filozofları ve düşünceleri toptan kabul ederek felsefe oluşturmaz. Eleştiri ve sorgulama, felsefe oluşturmanın özünde vardır. Bu felsefenin genel özelliğidir. Bizim burada bahsedeceğimiz şüphe, bu tavırdan daha farklı olarak, düşüncelerinin oluşma safhasında sistematik bir şekilde şüpheyi kullanan filozofları kapsamaktadır. Şüphe bu filozoflar için, bilgiye ulaşmakta ki en önemli araçtır.
Bu filozoflardan biri Sokrates’tir. Sofistlerin kuşkucu bilgi anlayışlarını çürütmek için uğraşmıştır. Bunu yaparken de, kendisinin hiçbir şey bilmediğini söyleyerek başlar. Hiçbir şey bilmediğinin bilgisine sahip olduğunu söylemesi ise, onun bilginin olduğuna dair düşüncelerinin özeti niteliğindedir. Sokrat’ın iki amacı vardır: Birincisi, insanlara kendisi gibi hiçbir şey bilmediklerini göstermeye çalışmak; ikincisi ise, hiçbir şey bilmediğini düşünen kişiye, bir şeyler bildiğinin gösterilmesini sağlamak. Bunu yaparken de iki yöntem kullanır: İroni ve Maiotik yöntem.
Sokrates, yönteminin ilk aşamasında şüpheci bir tavra sahiptir. Fakat bunu devam ettirmemiş ve mutlak, genel geçer bir bilginin olduğunu kabul etmiştir. Bu yönüyle şüphe, onda bir tavır ve yöntem olarak bulunmaktadır.[32] Bunu başka bir filozofta daha görüyoruz ki o da Descartes’tir.
Descartes, Yeniçağın önemli düşünürlerinden biridir. Rönesans sonrası bilim hareketlerinin canlanmasının etkisiyle, O’da düşünce dünyasında yeniliklere gitmiş, geleneksel olanları reddederek işe başlamıştır.
      Descartes’ın hareket noktası akıldır. Akıl ile sağlam, açık-seçik ve tartışılmaz ilkeler bulmak amacındaydı. Doğruluğunu apaçık olarak bilmediği hiçbir şeyi doğru kabul etmemek, aceleyle yargıya varmaktan kaçınmak, önyargılara saplanmaktan kaçınmak ve vardığı yargılarda, kendinden şüphe edilmeyecek derecede açık ve seçik olarak kavradığı şeylere yer vermek, Descartes’in çizdiği yoldur.[33]Descartes, sağlam bilgiye ulaşmanın yolu olarak benimsediği bu tavrı şöyle işletir: “Haklarında en ufak bir şüphe olacak şeyleri zihnimden attım. Duyularımız bizi aldattığı için, onların bize hayal ettirdikleri şekilde var olan hiçbir şeyin bulunmadığını farz ettim. Daha önce ispat aracı olarak kullandığım bütün kanıtları yanlış diye attım. Uyanıkken zihnimizde bulunan fikirlerin, hiçbiri gerçek olmadan, uyurken de aklımıza geldiğini bildiğimden, o ana kadar zihnime girmiş bütün şeylerin, hayallerden daha gerçek olmadığını gördüm. Fakat her şeyin yanlış olduğunu düşündüğüm sırada, bunu düşünen benim, zorunlu olarak var olduğunu gördüm. Ve şunu “Düşünüyorum o halde varım” hakikatinin sağlam olduğunu gördüm. Ve bunu aradığım felsefenin ilk ilkesi olarak görmeye başladım.”[34] Görüldüğü gibi Descartes, şüpheciler gibi yola çıkmış fakat sonucu dogmatikler gibi bitirmiştir. Bu anlamda O’nun doğru ve mutlak bilgiye ulaşmada benimsediği yol, metodik şüphecilik diye ifade edilen yoldur. Şüphe burada araç ve bir tavır olarak bulunmaktadır.Yine Felsefenin İlkeleri adlı kitabında ise şüphe için şunları söyler: “Hakikati arayanın hayatında bir defa bütün şeylerden gücü yettiği kadar şüphe etmesi gerekir. Fakat bu şüpheyi asla işlerimizi sevk ve idarede kullanmamalıyız. Edindiğimiz ilk doğru bilgi, var oluşumuzdur. Düşüncemiz bize var oluşumuzu bildirir.”[35]
      Descartes’da merkezde olan, zihindir. Fakat burada takılıp kalmaz ve kendi zihni dışında mükemmel bir zihin ve varlık arayışına da geçer.
      Şüpheyi bilgiye ulaşmada yöntem olarak kullanan diğer filozoflardan ikisi Locke ve Hume’dur. Bunlar, deney dışı bilgiye ait bir şüphecilik geliştirmişler ve Descartes’ın akılcı ve metafiziksel felsefesinin yerine, deneyci bir felsefe oluşturmuşlardır.
Locke, aklı, insanın sınırlı bir yetisi olarak tanımlar. Bunu söyleme nedeni, evrenin, Tanrı’nın yarattığı büyük bir makineye benzetilmesi ve bunu, insan aklının sınırlı yapısıyla bilemeyeceği düşüncesidir.[36] İnsan aklı sadece ulaşabildiklerini bilir. Bu akıl, doğuştan bir takım ilkelerle gelmez. Boş bir levha gibidir. Her şey deneyim yoluyla bilinebilir. Deneyim dışındaki her türlü bilgiden kuşku duyabiliriz. Deneyin, dışsal ve içsel iki kaynağı vardır. Dış gözlemin kaynağı duyusal algılardır. İçsel duyu ise düşünme kavramı altında toplanır. İnsana ilk duyum geldiği zaman, düşüncelere sahip olmaya başlar.[37]
Hume, Aydınlanmanın en önemli düşünürlerinden biridir. David Hume’da, Locke gibi deney dışı bilgiye kuşkuyla yaklaşır ve bilginin kaynağını deneyden gelen izlenim ve idelerle açıklar. Ona göre bilgi; a) mevcut duyu izlenimleriyle, b) duyu yoluyla algılanan nitelikler arasındaki ilişkilerle ilgili sezgiler ve c) belirli ide ilişkileriyle sınırlanır. Onun ideler teorisi, bir algılar teorisidir.
Algılar duyumları, tutkuları ve duyguları ihtiva eder. Canlı olan bu algılara izlenim adını verir. Bu algılar üzerine düşünce oluşturma ise ideleri anlatır. İnsan zihninin bütün algıları, ideler ve izlenimler olarak ikiye ayrılır. İdeler soluk, cansız ve daha az güçlü izlenimlerdir.[38]
Hume, nedensellik ilkesini yani her şeyin bir nedeni olduğu ilkesini, eleştirel incelemeye tabi tutar. Bunun sonucunda nedenselliğin mantıksal bir zorunluluk olmayıp, alışkanlıklar olduğunu ortaya koyar. Bu bilimsel bilginin bir anlamda dayanağını yitirmesi demektir. Hume, nedensellik ilkesini bilmeden bu ilkeye dayanarak elde edilen tüm bilimsel bilgilerden kuşku duymamız gerektiğini söyler. Ona göre bu ilkenin bilinmesinin alışkanlık sonucu olduğunu söyler. Nedensellik bu anlamda ne önsel ne de deneyden gelen bir ilkedir. O sadece bir alışkanlıktır. Bu ilkede de olduğu gibi Hume, deneyden gelmeyen her bilgiye kuşkuyla yaklaşır.[39] Bunun içine özellikle metafiziği dedahil eder ki, kendisi ciddi bir metafizik düşmanıdır. İnsan Zihni Üzerine bir Araştırma kitabının girişinde metafizikle uğraşan filozofların ciddi eleştirilerini yapar. Metafiziği yanlış inanış olarak nitelendiren Hume, bu uğraşların insan zihnini ele geçirdiklerini söyler.
Kitabın ikinci bölümü olan Fikirlerin Kaynağı adlı bölümde ise insan zihninin sınırlarından bahseder. Düşünceler ne kadar bağımsız görünürse görünsün aslında çok dar sınırlar içerisinde sıkışmıştır.  Zihin, sadece duyularla gelen malzemeyi düzenler.[40] Zihin, aslında bir bilgi kaynağı olarak çokta önemli işlevlere sahip değildir. Zihnin sınırlarının gösterildiği, zihni yetkinsizleştiren bir şüpheciliktir bu.
17.yy akılcıları, Descartes çerçevesinde asıl bilginin akıl bilgisi olduğunu ileri sürerken, 18.yy deneycileri, insan zihninden bağımsız bir dış dünyanın var olduğunu ve bunun duyularla bilinebileceğini ileri sürmekteydiler. Bu noktada Kant, ikisinin uzlaşacağı eleştirel bir sistem getirmiştir.
Kant,bilginin iki kaynağa dayanarak oluştuğunu söyler. Bunlardan biri deneyden gelen malzeme, diğeri ise zihnin bu malzemeye ekledikleridir. Kant’a göre insan deneyden gelen bu malzemeyi hiçbir zaman bilemez. Ancak zihin ona eklemeler yaparsa, onu kendine göründüğü gibi bilebilir. Yani kendinde şey’i, numeni bilemez. Bizim için olan şeyi, bize göründüğü şekilde şeyi yani fenomeni bilebilir. Dolayısıyla bize deneyle gelmeyen, hakkında herhangi bir deney sahibi olamayacağımız şeyleri bilemeyiz. Dolayısıyla metafizik kavramların (Tanrı, ruh gibi)bilgisine ciddi anlamda asla ulaşamayız. Kant’ın bu şüpheciliği, Hume’da da karşımıza çıkan, zihnin sınırlarının gösterildiği bir şüpheciliktir.[41]
Kant,bilgi elde etmeden önce, insan zihninin analizini yapar. Acaba deney bilgisinden önce insanın bilgi elde etme kapasitesi nedir, diye sorgular. İnsan zihnini, aklı mahkemeye çıkarır ve ona neleri bilip bilmediğini sorar. Akıl, akıl üzerine bir sorgulama yapar. Kant’ın eleştirel kuşkuculuğu insan zihninin bilme kapasitesini ortaya koymaya çalışır.
Buraya kadar olan kısımda felsefe tarihi içinde adı şüphe ile anılan bir kısım düşünürden bahsettik. Daha birçok isimden de bahsedilebilir. Fakat şimdi günümüz bilgi tartışmalarında şüphenin nasıl bir şekil aldığına bakmak daha doğru olacaktır.
Felsefe tarihinde, bilgiyle ilgili ilk kapsamlı tartışmayı yapan isim Platon’dur. Platon’dan önce de bilgi tartışmaları vardır. Özellikle sofistlerin şüphe eksenli düşünmeleri, bilgi ve varlık sorunları üzerinedir. Fakat bilgi konusunda en güçlü tanım Platon’dan gelmiştir. O, bilgiyi, gerekçelendirilmiş doğru inanç olarak tanımlar. Bu tanım günümüze kadar geçerliliğini korumuştur. Bugün bilgi üzerine konuşan çağdaş filozoflara baktığımızda tartışmalar, yine bu tanımdan hareketle olmaktadır. Gettier, bir makalesinde Platon’un verdiği bu tanımı formüle etmiş ve verdiği örneklerle Platon’un “bilgi budur” dediği tanımı eleştiriye açmıştır. Ona göre, gerekçelendirilmiş doğru inanç, şans eseri gerekçelendirilmiş olabilir. Dolayısıyla şans unsurunun ortadan kaldırılması gerekmektedir. Yani bilgi garanti altına alınmalıdır.[42]Gettier’in bilgiyi garanti altına almak istemesinin asıl nedeni, bilgiyi şüpheden arındırmak içindir. Makalesinde verdiği örneklere baktığımızda da bilginin sürekli şüpheyle denendiğini görüyoruz ve şans eseri doğru bilginin aslında doğru bilgi olmadığı, şüpheli bilgi olduğu gösterilmeye çalışılmaktadır.
Bilginin garanti altına alınmasının istenmesinin nedeni, bilgi budur dediğimiz şeylere karşı duyulan şüphedir. Bu şüpheyi ortadan kaldırmalıyız ki gerçek bilgiye ulaşabilelim. Bunun yapılabilmesi için iki yol seçilmiştir: Ya bilgiyi oluşturan unsurların sağlamlaştırılması gerekir ki bunu yapacak olan kanıtlardır ya da bilen öznenin güvenilir bilişsel süreçleri oluşturması gerekmektedir. Yani birinci grup şüpheyi ortadan kaldırmak için kanıtları kullanır, ikinci grup ise gerekçelendirilmiş doğru inanç için öznenin bilişsel sürecinden hareket eder. İçselcilik adıyla andığımız bu ikinci grubun temel düşüncesine göre, insan zihnine ait durumların gerekçelendirmeye katkı sağladığı söylenir. Bildiğimizden emin olmamızın yolu zihne ait dördüncü koşulu bulmaktır. Zihnin, 17.yy düşünürlerine benzer bir biçimde, her şeyi çözeceğine dair inanç, bu düşünceyi oluşturmuştur. Platon’dan itibaren gelişen ve Descartes’in zihni töz olarak kabul etmesiyle uç noktalara varan bu düşünce, çağdaş epistemolojide de içselcilik adıyla anlatılmaktadır. Tabi ki günümüz zihin felsefelerine baktığımızda zihnin bir bütün olarak bilgi elde etme biçiminden, bilinçten, zihin- beden etkileşiminden, dil-zihin birlikteliğinden ve zihnin başka zihinlere ilişkin bilgisinden vb. bahsettiğini söyleyebiliriz. İçselcilik ise, son dönem zihin felsefelerinin de etkisiyle, zihnin bilgi elde etme kapasitesini ve bildiğimizden nasıl emin olabiliriz sorusunu temele alır ve bunun öznenin zihninde hazır halde bulunduğunu(apriori ve diğer ölçütler) ifade eder. Buna karşı dışsalcılar ise içselciliğin, bu zihin eksenli doğru bilgiye ulaşma yollarına yani zihne şüpheyle yaklaşırlar ve zihnin iç mekanizmasının bizi yanıltabileceğini söyleyerek, bilgiyi teminat altına alma koşulunu dışarıda ararlar.
Görüldüğü gibi zihne ilişkin şüpheler aslında ilkçağ şüphecilerinden farklı bir tavırla olsa da varlığını devam ettirmektedir. Karmaşık bir yapısı olan zihnin ya da bilincin, bizi zaman zaman yanılgılara sürüklemesinin nedenleri bugün bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Bilincin bir yerinde meydana gelen bir hasar, zedelenme ya da fazla uyarım bize olağanüstü birçok şeyi yaşıyoruz izlenimini verebilir. Bu açıdan bakıldığında zihnimizin kontrolünün bizim elimizde olmadığını ve zihnin bizi bazen yanıltabileceğini test ediyoruz. Bu da kimi zaman zihne karşı şüpheci tavırlara neden olmaktadır. Bu şüpheci tavır sadece zihne karşı gösterilmez. Dışsalcıların bilmede şansı önleyecek unsurlar için bilme araçlarını kullandığını biliyoruz. Bilme araçlarının güvenilir olması yanılgıyı da aza indirecektir. Bu noktada “bilme araçlarına ne kadar güvenebilirim?” sorusu da sorulmalıdır. Örneğin algının, bir bilme aracı olarak bazen beni yanılttığını biliyorum. O halde bilme araçları ile bilgiyi garanti altına almam ne kadar doğrudur? Bunu, çağdaş epistemolojide içselciler, algıya dair şüphenin zihnin sahip olduğu yetenek ile giderilebileceğini söyleyerek yanıtlarlar, dışsalcılar ise bunun bazı dışsal unsurlarla ve güvenilir süreçlerle sağlanacağını söylerler.[43]
Dolayısıyla şüphe çağdaş epistemolojide de varlığını devam ettirmekte ama asla bir çıkmaza sokmamaktadır. Bu şüphe, doğru bilgiye yönelmeyi sağlayan eleştirel bir şüphedir. Bu durumdan çıkmak için de çeşitli yollar önerilmektedir.

DEĞERLENDİRME
Buraya kadar geldiğimiz kısımda felsefe tarihi içinde adı şüphe ile anılan filozoflardan bahsettik. Yıkıcı şüpheciler bir tarafa, ikinci kısımda anlattığımızfilozoflara ise birçok düşünür eklenebilir. Felsefenin özü gereği zaten olması gereken, şüphenin yöntem olarak kullanılmasıdır. D.Hume’un ifade ettiği gibi şüphecilik aslında her türlü incelemeden önce gelmelidir ki yanılmaya ve acele yargılara varmayalım. Bu evrensel bir şüpheciliktir.[44]           
Evrensel şüpheciliğin dışında gelişen aşırı kuşkucu eğilimlerin ortaya çıkmasının nedenleri arasında, geliştikleri dönemin özellikleri gösterilebilir.Sofistlerden önce, varlığa ilişkin çok çeşitli açıklamalar, insanların zihnini çıkmaza sokmuş ve her şeyden şüphe eden bir tavra ve bireye yöneltmiştir. Sofistler bu anlamda geçiş dönemini temsil ederler. Kendilerinden sonra gelen Sokrates ve öğrencileri ise artık ayakları yere daha sağlam basan felsefeler oluşturma yoluna gitmişlerdir. Özellikle Platon ve Aristo’nun mantık ve matematik temelli hareket etmesi, bilgi ve inanç arasındaki farkları ortaya koymaları bunu göstermektedir. Septikler için de, Hellenistik dönemin karmaşasından etkilendikleri söylenebilir. Deneyciliğin benimsendiği, herkesin, gerçek burada dediği bir felsefe ortamında şüpheciliğin gelişmesi kaçınılmazdır. Fakat bu iki ayrı dönemi düşündüğümüzde insanların şüphe ile kalmak istemedikleri de açıktır. İnsanın tabi eğilimi güvenli ve sağlam bir bilgi ile hareket etmektir. Gelişim için, öğrenmek için, bilim yapabilmek için bunu arzular. Bu da, bu çeşit bir şüpheci yaklaşımın günümüz düşünce dünyasında kalmamasının en önemli nedenidir.


KAYNAKÇA
Açıköz, Hacı Mustafa.SextusEmpirikus ve Şüphe, Elis yayınları, Ankara 2006.
Akarsu, Bedia. Mutluluk Ahlakı, İnkılap yayınları, İstanbul 1998.
Arslan, Ahmet. Felsefeye Giriş, Vadi yayınları, Ankara 1998.
Başdemir ,H. Yücel. Çağdaş Epistemolojide Bilginin Tanımı Sorunu, Hititkitap Yayınevi, Ankara 2011.
Cevizci, Ahmet. Felsefe Tarihi, Say yayınları, İstanbul 2011.
Cevizci, Ahmet. İlkçağ Felsefesi Tarihi, Asa yayınları, Bursa 1998.
Cevizci, Ahmet. Paradigma Felsefe Sözlüğü, Paradigma, İstanbul 1999.
Çelik, Sara. Bilgi Felsefesi İlkçağ’danYeniçağ’a, Doruk yayınları, İstanbul 2010.
Çüçen, A. Kadir. Bilgi Felsefesi, Asa Kitabevi, Bursa 2001.
Denkel, Arda. Bilginin Temelleri, Metis yayınları, İstanbul 1998.
Descartes, Felsefenin İlkeleri, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1967.
Descartes, Metot Üzerine Konuşma (çev: K. Sahir Sel), Sosyal Yayınlar, İstanbul 1994.
Empırıcus,Sextus. Kuşkunun Felsefesi ( çev. C.Cengiz Çevik),  Kırk Gece yayınları, İstanbul 2010.
Gökberk, Macit. Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1996.
Hume, David. İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1986.
Platon, Diyaloglar 2 ( Protagoras-Sofistler Üstüne adlı diyalog 312 b),Remzi Kitabevi, İstanbul 1996.
Tuğcu,Tuncar. Batı Felsefesi Tarihi, Alesta Yayınları, Ankara 2000.
Vorlander, Karl. Felsefe Tarihi (çev. Mehmet İzzet-Orhan Saadettin), İz yayıncılık, İstanbul 2008.


[1] Ahmet Cevizci, Paradigma Felsefe Sözlüğü, Paradigma, İstanbul 1999, s: 532
[2] Ahmet Cevizci, a.g.e.,s: 533
[3] Sara Çelik, Bilgi Felsefesi İlkçağ’danYeniçağ’a, Doruk yayınları, İstanbul 2010, s: 22
[4] Sara Çelik, a.g.e.,s: 22
[5] Arda Denkel, Bilginin Temelleri, Metis yayınları, İstanbul 1998, s: 30
[6] Platon, Diyaloglar 2 ( Protagoras-Sofistler Üstüne adlı diyalog 312 b),Remzi Kitabevi, İstanbul 1996, s: 125
[7] Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say yayınları, İstanbul 2011, s: 65
[8] Sara Çelik, a.g.e.,s: 37
[9] Ahmet Cevizci, a.g.e.,s: 70
[10] Platon, a.g.e.( Theaitetos- Bilgi Üstüne adlı diyalog 186 d), s: 237
[11]SextusEmpırıcus, Kuşkunun Felsefesi ( çev. C.Cengiz Çevik),  Kırk Gece yayınları, İstanbul 2010, s: 77
[12] Sara Çelik, a.g.e.,s: 41
[13] Platon, a.g.e.( Protagoras- Sofistler Üstüne adlı diyalog 318 b, 319 b), ss: 131-132
[14] Sara Çelik, a.g.e.,s: 42
[15] Karl Vorlander, Felsefe Tarihi (çev. Mehmet İzzet-Orhan Saadettin), İz yayıncılık, İstanbul 2008, s: 84
[16] Ahmet Cevizci, a.g.e.,s: 156
[17] Dr. Hacı Mustafa Açıköz, SextusEmpirikus ve Şüphe, Elis yayınları, Ankara 2006, s: 10
[18] Sara Çelik, a.g.e, s: 105
[19]Tuncar Tuğcu, Batı Felsefesi Tarihi, Alesta Yayınları, Ankara 2000, ss: 171-172
[20] Bedia Akarsu, Mutluluk Ahlakı, İnkılap yayınları, İstanbul 1998, s: 36
[21] Ahmet Cevizci, İlkçağ Felsefesi Tarihi, Asa yayınları, Bursa 1998, s: 180
[22] Sara Çelik, a.g.e.,s: 118
[23] Sara Çelik, a.g.e.,s: 120
[24] Karl Vorlander, a.g.e.,s: 186
[25] Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1996, s: 120
[26] Sara Çelik, a.g.e.,s: 121
[27] Macit Gökberk, a.g.e.,s: 125
[28] Dr. Hacı Mustafa Açıkgöz, a.g.e.,s: 64
[29] A. Kadir Çüçen, Bilgi Felsefesi, Asa Kitabevi, Bursa 2001, s: 130
[30] Açıkgöz, a.g.e.,ss: 73-76
[31] Sara Çelik, a.g.e.,s: 128
[32] Sara Çelik, a.g.e.,s: 50
[33] Descartes, Metot Üzerine Konuşma (çev: K. Sahir Sel), Sosyal Yayınlar, İstanbul 1994, s: 21
[34] Descartes, a.g.e.,s: 33
[35] Descartes, Felsefenin İlkeleri, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1967, ss: 23-33
[36] Cevizci, Felsefe Tarihi, s: 571
[37]Vorlender, a.g.e.,s: 447
[38]D.Hume, İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1986, s: 24
[39]A.KadirÇüçen, a.g.e.,s: 57
[40]D.Hume, a.g.e.,s: 25
[41] Ahmet Arslan, Felsefeye Giriş, Vadi yayınları, Ankara 1998, s: 40
[42] H. Yücel Başdemir, Çağdaş Epistemolojide Bilginin Tanımı Sorunu, Hititkitap Yayınevi, Ankara 2011, s:13
[43]H.Yücel Başdemir, a.g.e.,ss: 173-199
[44]D.Hume, a.g.e.,s: 227

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

KLASİK MANTIKTA KIYASIN MODALİTESİ: MOD VE ŞEKİLLER

ARİSTOTELES VE MARTİN HEİDEGGER’DE VARLIK KAVRAMI

Hakikat Arayışında Augustinus ve Gazali'nin Yöntemleri ve Görüşlerinin Derlemeci Bir Yöntemle Karşılaştırılması