Bilimsel Epistemoloji Üzerine Notlar




     BİLGİ ve BİLİM NEDİR? BİLGİ ve BİLİM NASILDIR?
    
    



İhsan Övge ÖZTÜRK

M

ilet (Μίλητος) Okulu’na kadar dayandırabileceğimiz modern bilimin, ilk sınırlandırıcı ve tanımlayıcı ögesi olarak deney ve gözlem ikilisini ele alabiliriz. Bilemediği veya hakkında herhangi bir ayrıntıya hakim olmaksızın -yalnızca- aşina olduğu olgu ve olayları mitolojik dolgulara başvurarak tanımlamaya çalışan insanlığın ilk bilimsel hamlesi ampirik yöntemi -ilkel bir biçimiyle de olsa- bulmuş/geliştirmiş olmasıdır.

İlk zamanlar basit gözlem ve deneylere dayanarak “felsefe” ve “doğa gözlemi” çatısı altında birleşen bilimler Kopernik Devrimi gibi vurucu evrelerle belirli uzmanlık alanlarına bölünerek kendi içinde derinleşmeye başladı. Kopernik Devrimi’nin akıllara sızdırdığı en büyük yenilik ise şüphecilik ve eldeki bulguları devamlı olarak test etme/sınama nosyonlarıydı. O dönemin bilim adamları belki bu söylediğimizi bugünkü bilim anlayışıyla birebir uyuşacak biçimde kuramsallaştırmamıştır; fakat bu devrimin “devrim” olmasının sebepleri bilime getirdiği yeni yaklaşım ve yöntemdir. Kopernik’in cesur atılımlarının izleri hala sürerken ortaya Galilei çıktı. Bu iki bilim insanının en önemli ortak özelliği, bana kalırsa, hem zamanlarının geleneksel -dinî- düşünce yapısından hem de zamanlarında hüküm süren bilim anlayışından kuşku duymuş olmalarıdır. Örneğin Kopernik helyosantrik (güneş-merkezli) astronomi kuramını ortaya atarak (De Revolutions Orbium Coelestium [Göksel Kürelerin Devinimleri Üzerine]) Batlamyus’un o devirde genel kabul gören geosantrik (dünya-merkezli) gökbilim teorisini dünyanın güneş etrafında döndüğünü ortaya atarak açıkça yanlışlamaya çalışmıştır. Hoş yeryuvarlağının döndüğünü söyleyen ilk gökbilimcinin, İ.Ö üçüncü yüzyılda yaşamış olan Aristarkhos olduğu kesinlikle bilinmektedir[1] fakat büyük ihtimalle bu düşünceyi kabul ettirecek kanıtları yoktu. Ayrıca Pythagoras da “yer kürenin büyük ateş etrafında döndüğünü” söylemiştir. Galilei ise kendisi için yeni ve gelişmiş bir teleskop icat ederek uzayı yeniden, daha üstün bir şekilde gözlemlemiştir. Kilisenin ve devrin “bilimsel-köktenci” diyebileceğimiz bilim adamlarının da büyük tepki gösterdiği Kopernik sistemi Galilei tarafından da benimsenince kendisi ev hapsine mahkûm edildi. Kopernik dünya-merkezli astronomiye darbe vururken Galilei de Aristocu bilim anlayışını sürtünme kuvveti, ağırlık, hacim gibi konulara ilişkin gözlem ve deneyler yaparak sendeletmiştir. Fakat Aristo’nun bilimini tek ve vazgeçilmez öğrenme kaynağı olarak gören bilim insanları bile bu yeni bakış açılarını kabul etmekte zorlanmış ve hatta pek çoğu Galilei’yi inkâr etme yoluna gitmiştir. Bilim ve düşünceyle iç içe olan insanların bilimsel yeniliğe bu denli kapalı olması aslında fazlasıyla tuhaf bir durumdur -o dönemde bile tuhaf bir durumdur. Almanya’da Hitler’in iktidara gelmesiyle Türkiye’ye yerleşip bir dönem (1933-1938) İstanbul Üniversitesi’nde ders vermiş olan Hans Reichenbach’ın bu konudaki tespiti manidardır:

“Tıpkı çömezlerin izledikleri peygamberden daha bağnaz olmaları gibi, bilim felsefecilerinin de bilimsel sonuçlara bu sonuçların kaynakları gözlem ve deney sağladığı çerçeve dışında aşırı bir inançla güvenme tehlikeleri vardır.”[2]

 Her şeye rağmen Kopernik, Galilei, Kepler gibi bilim insanı ve araştırmacıların bu şüpheci, yanlışlamacı bilim yapma tarzı, o dönemde tam olarak silinememiş mitolojik evre kalıntılarını iyiden iyiye süpürmüş, en azından bazı kemikleşmiş düşüncelerin de eleştirilebileceği ihtimalini akıllara sokmuştur, diyebiliriz.

Bunlardan yola çıkarak modern bilimin yöntemsel ve yapısal tanım yelpazesini görmeye çalıştığımızda bilimi gözlem yapan, gözlemini test eden, deney yapan, yaptığı deneyleri tekrarlayarak güvenilir veri toplayan ve ortaya çıkan sonuçları derleyip belli bir kuram oluşturarak bu kuramdaki hataları düzeltmeye çalışan, hatalar düzeltilemeyecek kadar çok olduğunda kuramı toptan ve kökten yanlışlayabilen ve eldeki veriler üzerinde kurgulanan yeni hipotezlerle yeni kuramlar yaratmak için uğraşan bir araştırma, inceleme, açıklama ve serimleme etkinliği olarak görebiliriz. Bilimin bu kadar irdeleyip yargılayarak “sınamacı” bir politika peşinde koşturmasının nedeni insanların doğru, gerçek ve güvenilir veriye ulaşma isteğidir; zira bilimin ortaya çıkış nedeni zaten bu istek, yani “arkadakini görme arzusu” olarak yorumlayabileceğimiz “merak” dürtüsüdür.

Yapılan tahminler neticesinde yaratılmış olan hipotezi çürütmek için uğraşıp bunu başaramayınca eldeki hipotezi bir adım ileri götürerek teoreme dönüştüren hipotetik-tümdengelimci akıl için her şey sınanabilir (yöntemsel olarak) niteliktedir; yani her şey sorgulanıp irdelenerek iyice didiklenebilir ve bu araştırılan alanda sonsuz bir kuramsal döngüye sebep olabilir -olmalıdır da. Çünkü hipotetik -veya varsayımsal- teknik indüktif bir mantıkla çalışarak bizi bir tür hayal âlemine sevk eder. Bu, düşünce perspektifini genişleten bir yöntem olarak kabul gördüğünden, önemli bir süreçtir ve gayet tabii, kelimenin bugünkü anlamıyla, kısmen, metafizikseldir. Tümdengelim yönteminde ise elimizde kendi içinde, kendisine ilişkin toplu bilgi bulunduran bir olgu demeti vardır ve bu olgu demetince kuşatılmış yapı tek tek sökülerek incelenir; bu da kuram yaratma sürecinin sınama aşamasıdır. Aslında bu bilim tarzı (şüpheci hipotetik-tümdengelim) matematik ve mantık alanında gördüğümüz zorunluluk tabanı ve a priori bilgi doğasının doğaya ve doğa bilimlerine aktarılmasıdır; lâkin doğada “zorunluluk” diyerek kurallaştırmaya çalıştığımız şeyler doğadaki ufacık değişim ve devinimlerle altüst olabileceğinden, en önemlisi de modern bilim bu durumu keşfettiğinden, “doğal kesinlik” meselesi çetin açmazlar ortaya çıkarır. İşte bilime ve bilim insanına yüklenen birincil görev bu açmazların olabildiğince anlaşılır kılınarak çözümlenmesidir.

Fakat bilmek nedir, nasıl bilebiliriz ve bilimsel bilgi nedir? Önce bilmenin ne ve nasıl olduğunu tartışmamız gerekiyor.

BİLGİ NEDİR? BİLMEK NASIL GERÇEKLEŞİR?

B

ilme eylemi, bilimsel bağlamda, “farkında olma” ve “tanışıklık” durumlarından farklı olarak insana ve insansı bir bilince özgü gerekçelendirme, temellendirme ve gerekçeler arasında tutarlı bağlar yaratma gibi bileşenleri gerektirir. Örneğin bir aslanın yavrusuna avlanmayı öğretirken yaptığı şeyin bir bilgi vermekten ziyade belli bir farkındalık yaratma, daha doğrusu dış-dünyayla bir tanışık olma hali yaratarak bir neden-sonuç ilişkisi ve hareket gösterme olarak tanımlamamız gerekir. Çünkü aslan için avlanmanın evrimsel -ya da yaşamsal- bir zorunluluğu vardır ve bu zorunluluk onu belli bir tanışıklığa sahip olmaya, yaşama gayretini sürdürmeye yarayan davranış kalıplarını uygulamaya iter. Fakat aslan bunun da ötesine geçmeye, örneğin zevk için avlanmaya yarayacak bir teknik veya silah icat etmeye çalışmaz; o avlanma işini belli ihtiyaçları karşılayacak belli davranış kalıpları ve tanışıklıklar keşfederek gerçekleştirir. Hatta aslan kendisine özgü av yöntemini şans eseri de bulmuş olabilir; ama bir şeyi biliyor olmak için söz konusu bilinecek şeyin ayrıntılarını tutarlı bir biçimde dile getirebiliyor olmak gerekir. Bu, aslında insanlığın bugüne dek ortaklaşa kurguladığı bilme tarzının en genel yeniden-tanımıdır. Örneğin Anglo-Sakson dillerinde çeşitli şekillerde yer alan “Know” (bilmek) fiili Eski Ahit’te “cinsel ilişkide bulunmak” (“to have sexual intercourse with”) anlamına gelecek şekilde kullanılmıştır. Sanskritçe “JNA”, Grekçe “GNO” kökleriyle ortak geçmişe sahip “KNOW” fiili de bu fiiller gibi “gezip görerek bir şeyler anlama”, “tecrübelerden ders çıkarma” gibi karşılıklara sahiptir.

Bilmek, bu noktada, bir şeyi tanımış (daha sonra anımsamaya yetecek kadar görmüş/yaşamış) olmaktan çok bir şeyi açıp kurcalayarak, deneyim yoluyla iyice görüp (algılayıp) anlamak gibi bir anlam taşır. Elbette bizim burada sözünü ettiğimiz bilme eylemi ya da bilgi bilimsel bağlamda değerlendirilmesi gereken türdendir; yoksa aslanın yavrusuna aktardığı davranış kalıbı ve tanışıklık ya da bir yavrunun kendi başına yaşam mücadelesi verirken oluşturduğu kavramlar -ya da olaylar- arası ilişki de gündelik dilde bir bilgi, yani iç-tutarlık gösteren davranışlarda örgütlenebilir benzerliklerin bulunması durumudur. Ceylan sürüsünü koşmaya elverişli alanlara değil de dik yamaçlara itmeye çalışan ve genel avlanma eğilimi hep bu yönde olan bir aslan gördüğümüzde, ister istemez, aslanın bir “bildiği” olduğunu düşünebiliriz. İşte burada yaptığımız epistemolojik ayrım aslanın bu hareketi belli bir alışkanlık üzerinden ve bu alışkanlığın üstünde işlem yapmaksızın sürdürürken aynı ceylan avını gerçekleştirecek bir insanın bu eylemi mevcut veriler üstünde işlem yaparak gerçekleştir-ebil-mesidir.

Bilgi ve bilginin olanaklılığı konusunda kullanılan önermelerin salt anlamsal veya olgusal olup olmadığına bakmak gerekir. Örneğin “Yalan söylemek kötüdür” önermesi, içinde bulunulan ahlak değerleriyle oluşan bağlama göre doğru ya da yanlış olabilecek bir önermeyken “Şu masa dikdörtgendir” önermesi dış-dünya gözlemlerimizle, olgusal olarak doğru veya yanlış değeri alır. Anlamsal (içinde anlam aranabilecek) önerme genellikle değerlerle, iyi veya kötü etiketleriyle tasnif edilebilen eylemlere ilişkin bir bildirimde bulunurken -bir anlamı değil ama bir karşılığı olan- karşılık önermeleri genellikle olgulara ve dış-dünyaya ilişkin olumsal durumlara dayanan bildirimleri doğurur. Hırsızlığın kötü, doktorluğun zor, düşmenin acı verici olması verili dil ve değer bağlamına bağlı olarak değerlendirilebilecek anlamlı önermelerdir; bu anlamın olumlu veya olumsuz olma niteliği ise elimizdeki bakış açısı ve değerlerle ortaya çıkacaktır. Fakat şu masanın dikdörtgenliği, fotonların dalga özelliği göstermeleri ya da suyun akışkanlığı belli fiziksel (dış-dünya) şartlar altında, belli biçimlerde gerçekleşen anlamsız durumlardır ve bunların dış-dünya karşılıkları vardır. İnsanın gerçeklik (vazgeçilmez tek hakikat) arayışı bu ayrımı yapamamasından kaynaklanır. İçinde anlam aranması dahi boşuna olan bu tip önermeler ve bu önermelerin alakalı olduğu dış-dünya olayları insanın “gerçeklik” ve “gerçeği en doğru şekilde bilme” arayışında temel olarak görebileceğimiz şeylerdir. Peki, biz bu temeli neden, nasıl ciddiye alırız?

Gerçeklik ve gerçeğin bilgisi için birbirimizin zihinlerine muhtacız. Bizi ve söylediklerimizi onayan öteki bilinçler olmadan gerçekliği belli bir olgu demeti veya olaya uygulayamayız. Bilmek, bu olgu demeti ve olayların gerçek olduğu önermesini yapmak demektir. Gerçeklik kişiden kişiye değişen bir şey olmaktan çok durumdan duruma ve bağlamdan bağlama değişen bir şeydir. Soluduğumuz mevcut havada helyum oranı çok yüksek olsaydı -ve tabii biz bu havayla yaşayabilseydik- şu an duyduğumuz herhangi bir insan sesi kulağımıza çok daha farklı (daha tiz) gelecekti; çünkü ses dalgalarımız havada çok daha hızlı hareket ederek frekansı yüksek bir şekilde duyulacaktı. Bu durumda gerçeklik şu an duyumsadığımız evrenin bu mevcut hali midir, yoksa algıdan daha bağımsız bir ölçüte mi gerek vardır? Bana kalırsa her şeye rağmen şaşmayacak -veya az şaşacak- ölçüt orandır. Oran, gerçekliği belirlemede güvenilir bir yöntem olabilir. Örnek olarak şunu düşünelim: Müzikte do natürel minör gamında notalara taktığımız isimlerin bizim için gerçeklik bakımından bir değeri yoktur. Burada önemli olan bir sesle öteki arasındaki uyum, uzaklık ve tınlama farkıdır; biz bu aralığa “do-re tam ses aralığı” desek de demesek de o, oradadır. Kısacası eldeki do natürel minör gamına ilişkin sayısal veriler, mesela frekans değeri, bizim irdelediğimiz bir noktadaki gerçekliğin birebir kendisi olmasa da o gerçekliğin -en azından- iskeletini gösteren tanımlayıcı ve tanıtıcılardır. Biz bu gamı, bir enstrümanla, “do” değil de “la natürel minör” olarak çaldığımızda bu oran yine değişmeyecektir. Yani sesimizin çok daha hızlı hareket ettiği bir dünyada seslerin inceliği ve kalınlığı arasında yine belli bir oran olacaktır. Bu da bize gerçeklik açısından belli ipuçları verir -tabii eğer gerçekliği geleneksel anlamda tek, bir, hep olan şekliyle ele almazsak. Bu konuda Müller-Lyer yanılsamasını da örnek gösterebiliriz. Uçlarında birbirine bakan iki ok bulunan bir çizgi ile uçlarında ayrı yönlere bakan iki ok bulunan başka bir çizgiyi alt alta -veya yan yana- gelmiş bir şekilde gördüğümüzde uçlarında ayrı yönlere bakan okların bulunduğu çizgiyi ötekinden uzun zannederiz. Bu bir göz yanılması, yani biyolojik sebepli bir gerçeklik yitimidir. Bizi burada yanılsamadan kurtaran ise bu algıdan kuşkulanıp önümüzdeki iki uzunluğu -mesela cetvel yardımıyla- ölçerek uçlarında oklar bulunan iki çizgi arasında bir oran kurmuş olmamızdır. İşte bu sebeple dış-dünya üzerinde yaptığımız gözlem ve bu gözlemlere dayanarak koyduğumuz tanılar bize gerçeklik arayışında güvenilir bir temel oluşturabilir.

Gerçeklik konusunda şöyle düşünebiliriz: Bir körebe olduğumuzu varsayalım ve ortamda bulunan nesneleri birbirine oranlayıp zihnimizde bulunan hazır kavramlarla dokunma hissimizin bize yarım yamalak tanıttığı nesneleri birbirleriyle kıyaslayarak hareket etmek zorunda olduğumuzu kabul edelim. Eğer içinde bulunduğumuz odaya ana hatlarıyla benzeyen fakat ondan ayrı özellikleri olan başka bir odaya geçersek, bu sefer de önceki odayla yeni odayı birbirine oranlayıp kavramsal olarak kıyaslarız. Bu iki odaya da benzemeyen bambaşka bir üçüncü odaya geçtiğimizi düşünelim; şimdi de bu üçüncü odanın kendisine has özelliklerini ve ölçülerini saptayıp onun kendisine has oranlarını ortaya koymak zorunda kalırız. Gerçekliğin bu yönünü ışığın kırılmasıyla da örneklemek mümkündür. Elimize kalın bir defter boyutlarında fakat içbükey bir cam alıp karanlık bir odada bu cam yüzeyin bir tarafından, bir el feneriyle ve doksan derecelik bir açıyla ışık tutalım. Camın bir tarafından gelen ışık öbür tarafa kırılarak çıkacaktır; işte ışığın belli bir açıyla kırılarak çıktığı bu tarafa A tarafı, el fenerini tuttuğumuz tarafa da B tarafı diyelim. A tarafından çıkan üç ışık demetinin birbiri arasında 30° kadar bir açı farkı olduğunu saptarsak bu A tarafı için gerçek bir bilgi ve A tarafındaki üç ışık demetinin birbirleriyle olan oran ilişkilerini gösteren bir veridir. Tamam, buraya kadar bir sorun yok; ama ışığın asıl geliş yeri olan B tarafı hakkında ne biliyoruz? A tarafının açı farklılıklarını, camın kesit ölçülerini, fenerin cama ulan uzaklığını ve bunun gibi bileşenleri derleyip topladıktan sonra A tarafının oranlarından yola çıkarak B tarafının oranlarını (ışığın 30 santimetrelik bir uzaklıktan, 90 derecelik bir açıyla geldiğini…) elde edebiliriz. Bu da B tarafının gerçekliğinin belli yönleriyle güvenilir bir yansımasıdır. Fakat A tarafı B tarafına dair bilgi vermeyebilir -bunu hesaba katalım; o zaman ne yapacağız? A tarafının B tarafına dair bize bilgi veriyor olması deyiş yerindeyse bir lükstür. Çünkü bu örnek her zaman ve her yerde geçerli olabilecek bir örnek değildir. Bir şey hakkında bilgi elde edebilmenin asıl güvenilir yolunun bilinecek şeyin us düzeyinde bütün ayrıntılarıyla ele geçirilmesini gerektirmesi bundan kaynaklanır. Çünkü A dünyasında A tipi oran, B dünyasında ise B tipi oran “gerçek” sayılıp kullanılır; A ile B arasında kıyaslanabilir, gerçek bir orantı bulmaksa bazen çok zor olabilir.

Bütün bunları göz önünde bulundurduğumuzda bir şeyin bilgisine o şeye en çok uyan kavramı -ve işlevi- yakalamış ya da kurmuş olmayla erişileceğini savunabiliriz. Olay ve olgu olmadan bilgi olamaz; hırsızlığın kötü olduğu bilinemez, sadece kabul edilir. “Hırsızlık kötüdür” önermesi bir anlam önermesidir -karşılığı ve göndergesi olan bir dış-dünya önermesi değil; anlamı ise birey ve toplum yaratır. Yani hırsızlığın kötü olduğu sadece kabul edilir, bilinen şey ise bu önermenin veya bu önermeyi içeren bir cümlenin (“Hırsızlık hiç kötü bir şey olmaz olur mu?” gibi) kendisidir. (xP) önermesine S diyelim. S’yi “S” şeklinde (olduğu gibi) söyleyen biri, S’yi S olarak söylen kişinin kendisi S’yi biçimsel olarak dile getiren bir dış-dünya kanıtı olduğu için, S önermesini biçimsel olarak kesinlikle biliyordur (bunu S’yi dile getirerek ispatlar); fakat S önermesindeki göndergeyi bildiğini iddia eden birinin bunu gerekçelendirmesi, temellendirmesi ve kanıtlaması gerekir. Bu yüzden ezberlenmiş tümce ve bu tümcenin içerdiği önermenin şeklen bilinmesi bilginin oluşumuna müspet olarak etki etse de bunlar bilim kesinliğini kuracak bilgi türünde değildir. Ezberlenen tümce zihinde yer eden bir önerme olarak bilgidir, evet; fakat bu tümcenin atomları tek tek gerekçelendirilemiyorsa ve bu gerekçelendirme iç-tutarlığa sahip değilse ortada bir bilme eylemi yoktur.

Gerçeklik ve bilebilirliğin esprisini iyi yakalamış ressamlardan Rene Magritte’in bir pipo çizip altına “CECI N’EST PAS UNE PIPE” yani “BU BİR PİPO DEĞİLDİR” yazdığı resmi, gerçekliğin felsefi temeline dair gayet parlak ve hoş bir fikir sunar. Resmedilen şey bir pipodur. Biz ona “pipo” deriz çünkü yapılan bu çizim bizim önceki yaşantılarımızda “pipo” dediğimiz meta ile birçok benzerlik taşımaktadır. Fakat bu gerçekten de bir pipo değildir; bu boyalardan, fırça darbelerinden müteşekkil bir çizim, bir resimdir. Bu hem bir çizimdir hem de Magritte’in çizerken model olarak kullandığı şey belki de gerçekten bir pipo değil, örneğin bir çakmaktır. Burada, yukarıda belirtilen yöntem temel olarak alındığında, anlam değil karşılık ve gönderge aranabilir; eğer bu resmin bir pipo olmadığını, yalnızca bir resim olduğunu söyleyebiliyorsak bunun sebebi o boyarlarla bezenmiş yüzeyin bir resim olması ve bu resmin pipo kavramıyla işlevsel olarak uyuşmadığını görmemizdir. Boyanın, selülozun ve tahtanın kimyasal bileşenleri ve bu bileşenlerin aralarındaki ilişki bellidir; bir piponun da hem fiziksel hem işlevsel hem de kimyasal olarak oran ve bileşenleri bellidir ve bu iki bileşen öbeğini birbiriyle karşılaştırıp bunların arasındaki benzerlikler teşhis edilince ortada birbirine hiç benzemeyen iki ayrı şey görürüz.

Bilmek, aynı zamanda öğrenilmiş bir şeyi uygulayabilmek olarak da ele alınmaktadır. Mesela yüzmeyi bilmek yüzme eylemini gerçekleştiremediğimiz sürece gerçekleştirilmiş bir edim değildir. Bu durumun yukarıda bahsettiğimiz önermeyi biçimsel olarak bilmek ile önermenin göndergelerini tam olarak tanımak arasındaki ayrımla bir yakınlığı vardır. Yüzmeyi bilme hususunda bilinen şey yüzmenin nasıl gerçekleştirildiğinin teorisidir. Bu gerçekten bir bilme eylemidir ama bilinen şey yine önermenin kendisidir, dış-dünya karşılığı değil. Bilgi, bilme ve bilebilme konusundaki en önemli çatışmalarımızdan biri de bu uygulama noktasında ortaya çıkmaktadır. Bu az sayıdaki basit gösterge-nesne karşılaştırmalarının ötesine geçip bilim kuramlarına varıldığında daha da karmaşıklaşır. Bir kuramı bilmek o kuramın tam olarak imlediği noktalara us düzeyinde hâkim olmak demek değildir. Örneğin “Batlamyus’çu yer merkezli teorisinin yanlış, güneş merkezli teorinin doğru olduğunu keşfetmiş değildik. Bilakis güneş merkezli teori güneş ve ay tutulmaları, uzaklık açısı vb gibi hususlarda daha iyi tahminlerde bulunmamıza imkân sağladığı için yer merkezli teoriden vazgeçmiştik. Mutlak bir hakikat keşfetmiş değil, bunun yerine esas itibariyle pratik amaçlardan dolayı başka bir söylem tarzını benimsemiştik.”[3] İşte bu daha ileri veri ve bilgi işleme uygulamaları için doğruluk veya geçerlik söz konusu olunca ele geçirebildiğimiz bilgi hakkında bilgi sahibi olmaya çalıştığımız şeylerin işleyişlerinin ve birbirleriyle olan bağlantılarının bilimsel açıklamasının bilgisidir. Özellikle bu türden bilgilenme süreçlerini akla getirdiğimizde bir şeye gerçek, doğru veya bilinen diyebilmek için insan algısının çıplak gözlemlerinin çok daha ötesine geçmemiz; bilmeyi istediğimiz olgu ve olayları daha derin, ileri gözlemlerle görmeye çalışmamız gerektiğini kabul etmeliyiz. Çünkü sözünü ettiğimiz oran ve ölçümlerin bize sunduğu nicelikler yerine bir insanın perspektifine başvurmak belli bir gerçeklik tabanı bulup bunun nimetlerini pragmatik bir alanda değerlendirmek yerine gerçekliği tamamen ötelemek demektir.

Peki, bir inancın şans eseri doğru çıkması onu bilgi yapar mı? Hatta daha sert bir eleştirel yaklaşımla soracak olursak: bir şeyi bildiğini iddia etmek için bir insanın inancını gerekçelendirmesi ve bu gerekçelendirmede bazı kanıtlar ortaya koyması yeterli midir? Bilme ve doğru bilginin ne ve nasıl olduğu üzerine düşünürken üzerinde durulması gereken önemli bir konu da rastlantı ya da tesadüf meselesidir. Hatta bu mesele bilgiyi tanımlarken muhtaç olduğumuz “bilginin ne olmadığı” tanımı sebebiyle, belki de en önemli epistemolojik sorundur. Gettier’in örneğinden[4] yola çıkarsak:

Ben Mizar adında bir dostumun kırmızı bir yo-yoya sahip olduğunu bildiğimi, çünkü Mizar’la geçenlerde karşılaştığımızı ve onun elinde bir yo-yo olduğunu hatırladığımı; hatta bu yo-yo ile bir müddet de oynadığımı söylersem bu inancımı böylece kanıtlamış olduğumu kabul edebilir miyiz? Ben gerçekten Mizar’ın kırmızı bir yo-yosu olduğu bilgisine sahip olur muyum? Kırmızı yo-yo Mizar’a başka bir dostu tarafından ödünç verilmişse bu yo-yo Mizar’ın değildir ve benim “Mizar’ın kırmızı bir yo-yosu var” diye dile getirdiğim bilgim yanlış bir bilgi olmuş olur; yani Mizar’ın elinde kırmızı bir yo-yo görmüş olduğum gerçeğiyle ortaya attığım gerekçe inancımı doğrulamamıştır. Hatta ben şöyle bir akıl yürütme de yapabilirim:

1.      Mizar’ın kırmızı bir yo-yosu vardır. (Bunu sözde yukarıdaki şekliyle kanıtladım)

2.      Ya Mizar’ın kırmızı bir yo-yosu vardır ya da küçük kardeşim şu an uyuyordur.

3.      Ya Mizar’ın kırmızı bir yo-yosu vardır ya da küçük kardeşim şu an süt içiyordur.

4.      Ya Mizar’ın kırmızı bir yo-yosu vardır ya da küçük kardeşim şu an yemek yiyordur.
Burada küçük kardeşimin ne işle meşgul olduğunu sadece kör tahminlerle, rastgele dile getirdiğim halde 4 numaraları önermedeki tahminimim doğru çıktığını varsayalım. Benim bir 1’deki inancım bile çolak bir usa vurmayla doğrulanmışken bir de üstüne 4’ün doğru çıkmasının gerekçesi oluvermiştir. Ayrıca 4’ü söyleyen kişi bu önermenin birinci kısmından dolayı onun doğru olduğunu düşünürken aslında Mizar’ın bir yo-yosu yoktur ve küçük kardeşim yemek yiyordur. Bu durumda 4 önermesi doğru olmaya devam eder; ama bizim sezgilerimiz, onun bilinmemiş olduğunu söyler.
Nedensel düşüncede mühim olan şey neden-sonuç ilişkisini doğru kurabilmektir. Belli bir P olayının gerçekleşmesinin sebebi X, Y, Z nedenlerinden biri olabilir. Yani X, Y, Z olayları/durumları P olayının gerçekleşebilmesi için tek başına yeterli olabilir ancak gerekli değildir; çünkü bu nedenlerin birbirleri arasında herhangi bir üstünlük veya öncelik bulunmamaktadır. Bu durumda hem A(X P) hem B(Y P) hem de C(Z P) önermeleri, tümden, tek tek doğrudur; bu da N(A, B, C) önerme kümesini geçerli, doğru ve tutarlı kılacaktır. Bu durumda örneğin A önermesinin (~X P) önermesine denk olduğunu görürüz; bu B ve C için de geçerlidir. Yani X nedeninin olması veya olmaması ile P olayının gerçekleşmesi arasında “ancak ve ancak” ilişkisi bulunmamaktadır. X nedeni olmasa bile P gerçekleşebilir, demektir bu. Örnek verecek olursak: Hamile bir kadın doğum yaparken ölürse bunun sebebi bebeğin anne karnında ölmüş olması (X), anne rahmine bir mikrobun bulaşmış olması (Y) veya doğumhanede teknik bir hata meydana gelmiş olması (Z) olabilir. Elimizde üç farklı sebep vardır. Bebeğin ölümünün anneyi öldürdüğünü düşünelim: Bu durumda bebek öldüğü için anne ölmüştür; buradan yola çıkarsak “Bebek ölürse anne ölür” önermesini yapabiliriz (A). Fakat annenin ölmesi yalnızca bu sebebe bağlı değildir, anne diğer sebeplerle de ölmüş olabilirdi. Bu da bebeğin ölmesinin annenin ölmesinin tek ve olmazsa olmaz şartı olmadığını gösterir: ~ (X P). Çünkü “anne ancak ve ancak bebek ölürse/ölmüşse ölür/ölmüştür” (X P) demek “bebek ölürse/ölmüşse anne ölür/ölmüştür ve anne ölürse/ölmüşse bebek ölür/ölmüştür” ((X P) (P ⇒ X)) demektir. Bu durumda ancak ve ancak ile kurduğumuz önerme şunu: (~X P) (~P X), o da şunu: (X P) gerektirir. Yani bebeğin ölmesi ile annenin ölmesi aynı anda doğruluk değeri kazanmalı, yoksa önerme yanlışlanmalıdır. Buradan “anne ölmemişse bebek de ölmemiştir” ya da “anne ölmüşse bebek de ölmüştür” türünden sonuçlar çıkar; fakat dediğimiz gibi, annenin ölümü başka sebeplerle de gerçekleşebilmektedir veya anne öldüğü halde bebek yaşıyor olabilir.[5] (X P) önermesinin değillemesini yaptığımızda bu değillemenin doğru çıkması da bu karşılıklı koşulun yanlış olduğunu göstermek için yeterlidir:
~ (X P) değillemesi (~X ~P) önermesine denktir; bu da, yani “Bebek ölmüştür ve anne ölmüştür, değil” demek “bebek ölmemiştir veya anne ölmemiştir” demektir ve doğrudur (değil’i doğru olan bir önerme yanlıştır).
Nedenlerin de kendi arasında bir ilişkisi mevcuttur. Örneğin “bebek ölmüştür veya anne rahmine mikrop bulaşmıştır, değil” demek “bebek ölmemiştir ve anne rahmine mikrop bulaşmamıştır” demektir: ~ (X ∨ Y) ~X ~Y
Fakat anne yine de öldüyse o zaman (~ (X ∨ Y) (Z P)) önermesi doğru olacaktır; çünkü elimizde üç tane X, Y ve Z nedeni vardır ve anne ölümü X, Y nedenleri olmadığı hâlde gerçekleşmiştir. Öyleyse anne ancak ve ancak doğumhanede ortaya çıkan bir hata sonucu ölmüştür ve anne ölümü gerçekleştiyse mutlaka doğumhanede bir hata vardır. Elimize bir T nedeni geçene kadar bu doğru bir bilgidir.
Bu akıl yürütmelerin tümü bizim için, matematik düzlemde sağın dayanaklar yaratıyor olabilir; lâkin bir şeyi bildiğimizi, dahası, inancımızı gerekçelendirmiş olduğumuzu söylemek için yeterli midir? Meseleye kuşkuyla yaklaşıp gerekçelendirme meselesinin derinine inmeye çalışırsak gerekçenin gerekçesi ve hatta gerekçenin gerekçesinin gerekçisini bulma gibi bir sorunla karşılaşırız; çünkü nedenlerin de nedenleri vardır/olabilir. Örnekte ele aldığımız P olayının Y ve Z nedeniyle gerçekleşmediğini görüp X nedeniyle gerçekleştiğini çıkarsamamız doğru mudur ya da ele aldığımız konunun diliyle sorarsak: bilgi midir? Burada P’nin X dolayısıyla gerçekleştiğini söyleyen biri sadece basit bir çıkarımda bulunmuştur; bu bir çıkarımdır ve bu bilgi çıkarım bilgisi -çıkarımda ortaya çıkan sonuç önermesinin biçimsel olarak bilinmesi- olarak görülebilir. Çünkü bilinen, bilindiği savlanan şey şudur: “P olayı Y veya Z dolayısıyla gerçekleşmediyse ancak ve ancak X dolayısıyla gerçekleşmiştir.”
Fakat X nedeninin kendi iç dinamiklerini, X nedeninin P-benzeri durumlarla arasındaki istatistiksel ve biyolojik bağı veya buna benzer ayrıntıları bildiğimi söyleyemiyorsam “P olayı Y veya Z dolayısıyla gerçekleşmediyse ancak ve ancak X dolayısıyla gerçekleşmiştir” önermesini de gönderge olarak bilemiyorumdur.
Gerekçelerimizi veya nedenlerimizi gerekçelendirmeye çalıştığımız bu tür durumlarda INUS (Insufficient but Non-redundant Element of a Condition which is itself Unnecassary but Sufficient for the Occurence of a Result[6] [Bir sonucun ortaya çıkmasında gereksiz fakat yeterli bir koşulun yetersiz fakat gerekli parçası]) koşulları veya INUS nedenleri göz önünde bulundurmamız iyi olacaktır. Örneğin anne Y veya Z sebebiyle ölebilirken X sebebiyle öldüyse ve aynı zamanda bu Y ve Z’ce de tetiklenebilecekse, dahası X, yani bebeğin ölümü, göbek kordonunun bebeğin boynuna dolanmasıyla gerçekleşmişse, ayrıca bu dolanma bebeğin rahimde ters dönmesi sebebiyle çözülememişse kordon dolanması anne ölümünün INUS koşuludur. Burada bebeğin ölümü için elverişli ortamı yaratan bir “rahimde ters dönme” söz konusudur ve bebek ters dönünce boynuna dolanan kordondan kurtarılamayarak ölmüştür. Fakat bebek başka bir şekilde de (örneğin bir kalp problemi nedeniyle solunumu durabilir) ölebilirdi; bu yüzden boyna dolanan göbek bağı, annenin ölümü için ille de gerekli (şart) olmayıp yeterli olan “bebek ölümü” koşulu/nedeninin yeterli olmayıp (çocuk ters dönmese kordon kesilebilirdi) gerekli olan (çocuğun ters dönmesiyle aynı anda gerçekleşmeseydi çocuk -en azından boğulma sebebiyle- ölmeyecekti) parçasıdır. Daha açık bir ifade ile kordon dolanması çocuk ölümü için tek başına yeterli değildir; bu olay çocuğun ters dönmesi, doktorların bu kordona ulaşamaması gibi bazı ortam koşulları bir araya gelince bir işe yarar. Ama çocuğun ölmesi annenin ölmesi için yeterlidir, fakat bu da annenin ölmesi için gerekli (şart) değildir.

Bu bizi, bir şeyi bilmenin, bu bilinecek şeyin en ufak ayrıntılarına ve bu ayrıntıların içinde bulunduğu ya da yarattığı koşulların da ayrıntılarına inerek en ufak parçaları görmeyi gerektirdiği sonucuna ulaştırır. Eğer en ufak parçaları görmemiz gerekiyorsa bu parçaların da parçaları vardır ve bu da bir geriye gitme sorunu yaratır (the regress problem). Bu sorun için çeşitli çözüm önerileri ortaya atılsa ve bazı yollar açılmışsa da (gerekçelerin sonsuza gittiğini varsayma, geriye gitmenin gerekçesiz inançlarda [metafizik ön-kabul] son bulmasını iddia etmek, gerekçelerin kendi arasında bağdaşımsal bir ağ oluşturmasını sağlama, gerekçenin geriye gidişini temel inançta sonlandırma) bu çözüm denemelerinin zayıf ve henüz tamamlanmamış olduğunu söyleyip buraya bir nokta koyalım.

BİLİMSEL BİLGİ NASILDIR?
H

em evrende çoktan var olmuş olgu ve olayların incelenip araştırılması hem de bu olgu ve olayların insanlarca yeniden yaratılarak işlevsel bakımdan kullanılması bilim ve tekniğin en temel iki amacı olarak gözükmektedir. Belli bir işleyişin, sistemin veya doğa olayının içyapısını görmeye çalışan bilim insanının bu çabası ise bazı sorgulamalar sayesinde belli bir biçim kazanarak dayanaksız kalmaktan kurtulur. Bu sorgulamalar hem elimizdeki varsayımların daha sağın hale getirilme olanağını ortaya çıkarır hem de söz konusu bu varsayımlar elde edilirken kullanılmış olan yöntemin güvenilirliği ve gelecekte aynı tür durumlar veya başka alanlara uygulanabilir olup olmadığı konusunda bize fikir verir. Yukarıda bilimi gözlem yapan, gözlemini test eden, deney yapan, yaptığı deneyleri tekrarlayarak güvenilir veri toplayan ve ortaya çıkan sonuçları derleyip belli bir kuram oluşturarak bu kuramdaki hataları düzeltmeye çalışan, hatalar düzeltilemeyecek kadar çok olduğunda kuramı toptan ve kökten yanlışlayabilen ve eldeki veriler üzerinde kurgulanan yeni hipotezlerle yeni kuramlar yaratmak için uğraşan bir araştırma, inceleme, açıklama ve serimleme etkinliği olarak tanımlamıştık.

Burada bilimsel bilginin yapısından söz etmemiz ve bu noktada da bilimsel bilginin gündelik bilgiden farkına değinmemiz gerekir. Gündelik bilgi temel olarak her günkü yaşayışımızın ve yaşayış şeklimizin dünyayla uyuşabilmesini sağlayan davranış kalıplarımızın, duygu durumlarımızın ve yapıp etmelerimizin bizim tarafımızdan onaylanmış halidir. Yani “ateşi görüyorum”, “annem pazara gitti”, “canım çok sıkıldı”, “şu an güneş doğuyor”, “köpekler kavga ediyor”, “öğretmenimiz gelmeyecekmiş” gibi cümleler kurarken kafamızda oluşan bir şekil, zaten hazır bulunan bir resim vardır ve bu resim -ya da şekil- bizim kurduğumuz cümlenin içinde bulunan önermenin gittiği/gösterdiği yön ve o yönde toplanmış kavram balonlarıdır. “Ateşi görüyorum” derken ateşi ateş olarak ve görmeyi de görme olarak ele alıp bunların fiziksel dünyadaki gerçekliklerini araştırmaya koyulmayız. Bizim için yaşamsal faktörlerin işleyişini rahatça sürdürmesini sağlayan belli isimler vardır ve bu isimleri kullanarak belli bir durumu veya olayı aktarmaya çalışırız. Isı ve ışığı aynı anda saçan ve yanma, yakma, tutuşma gibi eylemlerle belli bir ortaklığı olan şeye biz “ateş” deriz; bu ateş dediğimiz şeyi gözlerimiz sayesinde algılama sürecine ise “görme” deriz. Böylece “ateşi görüyorum” derken öne sürdüğümüz “burada yanan, ısı ve ışık saçan bir enerji vardır ve ben bu enerjiyi gözlerim sayesinde algılamaktayım” önermesi bize ontolojik olarak sorgulanabilir, gündelik bir bilgi vermektedir. İşte bilimsel bilgi ile gündelik bilgi arasındaki ayrım da burada ortaya çıkar. Bilimsel bilgi “acaba ateşi gerçekten görüyor muyum, yoksa bu sadece bir yanılsamadan mı ibaret?” sorusunun yanıtında bulunmaz. Bilimsel bilginin bulunduğu bir önerme ateşin nasıl, hangi koşullar altında ve neden yandığını görmek için harcanan çabanın bir sonucudur; bu sayede meydana gelmiştir. Gündelik dilde söylenmiş olan “ateşi görüyorum” cümlesinden çıkan bilgiler sonsuza dek sorgulansa da tercih edilebilir, biri diğerinden daha seçilesi ya da geçici olarak da olsa temel alınabilecek bir seçenek sunmaz. “Hayır, sen ateşi görmüyorsun, gördüğünü sanıyorsun” iddiası ile buna karşı verilen “yanılıyorsun, oysaki ben ateşi görüyorum ve sanma eylemi evrende bulunan bir eylem değildir” yanıtı arasında tercih edilebilirlik bakımından bir fark bulunmadığı ortadadır. Gündelik bilgi bizim için “orada” duran kalıplardır ve yaşamayı kolaylaştırır (belki de zorlaştırır, bilemiyorum). Fakat bilimsel bilginin en önemli özelliği belli bir amaca yönelmiş bilincin kestirme yollarından biri olmaktan çok doğrudan amacın kendisi olmasıdır. Yani bilimsel bilgi bilgi edinme çabasının tam hedefindedir. Bir bilinç ona ulaşmak istediği için bazı kestirme yollar kullanmaya çalışır, onu kestirme yol haline getirmez. İşte bu yüzden, yani bilimsel bilginin kendisi bir sonuç, bir veri, bir amaç, yorucu bir uğraşının doğurgusu olduğundan onun türevleri arasından seçim yapılabilir ve bilimsel olan bir bilgi ile öteki arasında birbirinden yeğ olup olmama durumu vardır. “Ateş yanıcı bir gaz olan oksijenin tutuşma sıcaklığına gelerek ısı ve ışığa dönüşmesi sonucunda ortaya çıkar” önermesi ile “ateş odun, kömür, kağıt, tahta, plastik gibi cisimlerin yanma özelliği sayesinde ortaya çıkar” önermesi arasında bir fark vardır ve bu fark dış-dünyaya dair yapılan irdeleyici gözlemler neticesinde ortaya çıkmaktadır.

Bana kalırsa bilimsel bilginin gündelik bilgiden farkı bazılarının söylediği gibi kesinlik-kesin olmama durumu değildir; bilimsel bilgi kendi içinde belli bir hiyerarşi edinir ve bunun için sebepleri ve dayanakları vardır. Oysa gündelik bilgide buna rastlanmaz ve kurulan hiyerarşinin gerçekçi (dış-dünyada gösterilebilen) dayanakları yoktur. Bilimsel bilgi de gündelik bilgi gibi potansiyel olarak kuşku duyulabilir bir bilgidir; fakat onun elde ediliş yöntemi ile gündelik bilginin elde ediliş tarzı arasında hem bir soyutluk-somutluk ayrımı hem de nasıl olduğunu açıklama-ne olduğunu söyleme ayrımı bulunur. İşte bu yüzden bilimin nasıl yapıldığı, nasıl yapılması gerektiği ve onun bilgi üretim sürecinin yapılış şeklinden nasıl etkilendiğinin bilinmesi bilgi kuramı ve bilim felsefesi bakımından önemli bir konudur (belki de değildir, bilmiyorum fakat en azından şu an bizim için önemlidir ve eğer önemsizse bu önemsizliğin keşfedilebilmesi için yine bu konu didiklenmelidir [o yüzden önemlidir]).

Bilimsel yöntemin bilimsel bilginin yapısını belirlemesi ile bilimsel bilginin sezgisel olarak ele alınış biçiminin bilimsel yöntemi etkilemesi arasında sıkı bir bağ vardır. Yani kişilerin “bilimsel” olanı tanımlarken kullandığı paradigma genellikle bir “kesinlik” algısı yaratır ve bilimsel olan, bilinçlerde “kesin” olana tekabül etmeye başlar. Kesin olan ise ancak ve ancak bilimsel yöntemle elde edilir. Bu bir tür kısır döngüdür elbette, fakat kesinlik arayışının bilimsel yöntemi belirlemesi ile bilimsel yöntemin kesinlik türünü sunması arasındaki bu ilişkinin ilk hangi unsur tarafından başlatıldığı çok da önemli değildir. Önemli olan “kesinlik” ile “bilimsel yöntem” arasındaki sıkı bağdır.

Buradan yola çıkarak bilimsel bilgi dediğimizde hangi bilimin bilgisinden ve hangi bilimsel yöntemin sunduğu bilgiden bahsettiğimizi de belirtmemiz gerekir. Örneğin doğrulamacı bir bilim anlayışından bahsederken bilimsel bilgi, öne sürülen bir postulatın belli bir sayı ve yoğunluktaki doğrulayıcı kanıtları sayesinde doğru kabul edilen bir bilgi türüyken yanlışlamacı bir bilim anlayışında bu, tek bir istisna yüzünden bile olsa, doğru bir bilgi olmayabilir.

Fakat hangi bilimsel yöntemle bilim yapılıyor olursa olsun, bugüne kadar icra edilmiş bütün bilimsel işlerin belli ortak noktaları vardır ve bu ortak noktalar bulunduğu sürece o bilimsel işlerden ortaya çıkan bilgiler doğru ya da yanlış olsalar da “bilimsel bilgi” olurlar. Bilimsel bir bilginin hatalı, eksik veya tamamen yanlış olması burada önemli değildir; bir bilgiye “bilimsel bilgi” diyebilmemizin yeter koşulu onun bilimsel uğraşı ve bilimsel anlayış neticesinde -onlarla uyumlu olarak- ortaya çıkmış olmasıdır.

O halde bilimsel bilgi, bilimin ruhu diyebileceğimiz nedensellik, nesnellik, gözlem ve deney koşullarını yerine getirerek yapılmış bilimsel bir etkinlik sonucunda ortaya çıkan, evrendeki olgu ve olaylara ilişkin anlayışımızı genişleten -onda bir etki yaratan- bilgidir. “Araba kontak anahtarı çevrilerek çalıştırılır” bilgisi teknik bir bilgidir örneğin, bilimsel bilgi değildir; çünkü ne kontakla motor arasındaki bağlantıyı anlatır ne de motorun çalışmasında kontağın nasıl bir etkisinin olduğunu söyler. “Güneş her sabah doğar” cümlesi de böyledir… Bu cümle, her sabah gördüğümüz güneşin neden sabahın belli saatlerinde orada olduğunu ve bunun nasıl gerçekleştiğini söyleyen herhangi bir önerme barındırmaz -ve gündelik bir bilgi verir. Fakat bu cümleye çok benzeyen “su 100 derecede kaynar” cümlesi bilimsel bilgi içerir ve bilimsel bir önermedir. Aslında güneşin her sabah doğması ile suyun yüz derecede kaynaması, uzaktan bakıldığında birbirine çok yakın gözükmektedir; fakat suyun 100 derecede kaynadığının/kaynayacağının tespiti bir gözlem ve bu gözlemi destekleyen bir deney sayesinde gerçekleştirilmiştir. Ayrıca su eğer gün gelir de 100 derecede kaynamazsa bunun hangi şartlar altında olacağına dair yapılan açıklama ve tahminler “su 100 derecede kaynar” önermesinin içerdiği bilimsel bilginin sağınlığını artırır (örneğin yükseklere çıkıldıkça hava basıncı azalmakta, bu da kaynama derecesini düşürmektedir). Oysaki güneşin doğmadığı bir sabah olduğunda, bu durum, sırf “güneş her sabah doğar” önermesinden ve onun ardında yatan sebepten (güneşin her sabah doğduğunun görülmesi ile yapılan tümevarım) yola çıkıldığında, açıklamasız kalacaktır. Çünkü gündelik bilgi bize herhangi bir ampirik temel sunmaz, gözlem ve deneyden destek almaz ve onun elinde nesnel bir tahmin gücü yoktur. Kısacası bilimsel bilgi bilimin özelliklerinin birebir içerir ve sanat bilgisi, din bilgisi, teknik bilgi ya da gündelik bilgi gibi bilgilerden farkı içinde bulundurduğu görece olmayan kesinliktir. Bu kesinlik onun hiç durmadan doğru olacağı ve hiç değişmeyeceği anlamını taşımaz; bilimsel bilginin kesinliği onun elde ediliş tarzında bulunan “kesinliği yakalamak için elinden ne geliyorsa yapma” zorunluluğudur.




[1] Bertrand Russell, Din ile Bilim (Religion and Science), Çev.: Akşit Göktürk, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2008, s. 15-16
[2] Hans Reichenbach, Bilimsel Felsefenin Doğuşu, Çev.: Cemal Yıldırım, 2. Basım, İstanbul: Remzi Kitapevi, 1993, s. 38
[3] John R. Searle, Zihin Dil Toplum, çev.: Alaattin Turel, İstanbul: Litera Yayıncılık, 2006, ss. 30-36
[4] Edmund Gettier, “Is Justified True Belief Knowledge?”, Analysis 23 (1963), s. 121-123
[5] Buna Osmanlıcada “Hış’a” denmektedir. (Hış’a: Anne öldüğünde annenin karnı yarılarak çıkarılan çocuk)
[6] John L. Mackie, “The Cement of the Universe: A Study in Causation”, Oxford (England): Clarendon Press, 1988

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

KLASİK MANTIKTA KIYASIN MODALİTESİ: MOD VE ŞEKİLLER

ARİSTOTELES VE MARTİN HEİDEGGER’DE VARLIK KAVRAMI

ŞÜPHE