Felsefe Röportajları

Hasan Yücel Başdemir

 
130 OKUNMA
 
OKUNMA SÜRESİ: 13 DAKİKA
Taner Beyter (TB): Hocam öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkürler, kendiniz ve ilgi alanlarınız hakkında bilgi verir misiniz?
Hasan Yücel Başdemir (HYB): Öncelikle bana bu fırsatı verdiğiniz için Öncül Analitik Felsefe Dergisi’ne şükranlarımı sunarak başlamak istiyorum. 1996 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldum. Felsefeye olan ilgim, lisans yıllarında başladı. Esasında temel ilahiyat meselelerine de çok ilgi duyuyordum ama felsefenin bende bıraktığı etki daha derin oluyordu. Felsefeye yönelmem, fakültenin birinci sınıfında Necati Öner’in Klasik Mantık dersiyle oldu. Bundan sonra amatör felsefe okumalarına başladım. İlk sistemli okumaya birkaç arkadaşımla birlikte (Ahmet Aldanmaz bu halkanın müdavimi idi) Tahir Yaren hocanın mihmandarlığında Tractatus’la başladım. Fakülte boyunca felsefe derslerine ilgim hep yüksek oldu. Recep Kılıç hocanın Din Felsefesi dersleri de beni çok cezbetti. Fakülte bitirme tezini Hayrani Altıntaş hocadan aldım ve Epistemolojik Açıdan Sezgi başlıklı tezimle mezun oldum. Bu uzun hikâyede beni felsefe okumaları konusunda yönlendiren iki ismi daha zikretmem gerekir. İbrahim Özdemir ve İsmail Köz okumalarım konusunda beni yönlendirdiler ve teşvik ettiler. Hepsine müteşekkirim.
Fakülte bitince Felsefe Tarihi alanında yüksek lisansa başladım. Yüksek lisans tezimi John Stuart Mill’in Hürriyet Anlayışı ve doktora tezimi de Liberalizmin Ahlaki Temelleri konuları ile Prof. Dr. Murtaza Korlaelçi hocanın danışmanlığında tamamladım. Doçentliğimi, Ömer Naci Soykan, A. Kadir Çüçen, Melih Başaran, Saffet Babür ve Zeynep Direk hocalarımın yer aldığı bir jüri nezaretinde felsefe temel alanından aldım. Halen Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Felsefe Tarihi Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi olarak görev yapıyorum.
Akademik felsefe çalışmalarıma pratik felsefe (değer felsefesi) ile başladım. Doktora tezim liberalizmin ahlaki temellendirmesi ile ilgiliydi. Üç tür temellendirme olduğunu ileri sürmüş (deontolojik, consequentialist ve optimalist) ve optimalist yaklaşımın hem diğer ikisinin endişelerini giderdiğini hem de klasik liberal teori için daha makul bir zemin oluşturduğunu ileri sürmüştüm. Tartışmayı tezden sonra da sürdürmek ve ilerletmek istedim ama tezim piyasada ilgi görse de akademik ilgi görmedi (anlaşılamadı veya önemsenmedi), eleştiri almadı, bu nedenle tartışmayı sürdüremedim. Benim için ilk akademik hayal kırıklığıdır. Hatta bu nedenle tezin ikinci baskısını yaptırmadım. Biraz da sadeleştirip genel okuyucuya hitap edecek şekle getirinceye kadar üzerinde çalışmak istiyorum.
Doktora tezim sırasında analitik gelenek içinde iki temel gerekçelendirme tarzı olduğunu fark ettim: ahlaki ve epistemolojik gerekçelendirme. Esasında analitik geleneğin üç aşamalı bir felsefi tarzı var: çözümleme (analiz), eleştirme (kritik) ve argümantasyon. Çözümleme, kavramları parçalara ayırarak atomik anlamı bulmaya çalışıyor. Kritik, hataları ayıklıyor, kavramların sınırlarını belirliyor ve argümantasyon da saf kavramlardan yeni düşünceler inşa etmeye çalışıyor. Bu üçlü yapının pratik felsefede nasıl tezahür ettiğini doktora çalışmam sırasında biraz kavradım, ama teorik felsefe kısmı eksik kaldığı için doktora sonrasında epistemoloji çalışmaya başladım. 2008 yılından sonra bilgi meselelerine ağırlık verdim. Bu yönelimin bir nedeni de pratik ve teorik felsefe arasındaki ilişkiyi analiz ve kritik etmekti. Değer felsefesi ve epistemoloji yanında daha amatör olarak liberal teori ve İslam siyaset düşüncesi üzerine çalışmalar yapıyorum.

(TB): Ülkemizde 80 civarında felsefe bölümü mevcut, ortaya konulan işlere baktığımızda akademik anlamda Türkiye’de felsefenin durumu hakkında ne düşünüyorsunuz? 
(HYB): Ortodoksiyi temsil eden kurumsal akademianın, sadece felsefede değil diğer alanlarda da yaratıcı ve ilerleyici olması beklenemez. Türkiye’de akademia, tamamen merkeziyetçi ve devletçi; daha vahim durum ise bu konuda içeriden güçlü bir eleştiri olmaması ve garip kaygılar öne sürülerek alternatif bir yapılanmanın olabileceğinin tahayyül edilememesi. Oysa eğitim, çok yönlü ve çok paydaşlı bir planlama ve organizasyon meselesi ve bu organizasyonunun idari, mali ve müfredat açısından çeşitlenmesi, ticari ve sivil organizasyona daha fazla yer açılması kurumlar ve bireyler arası adil rekabet koşullarını artıracak ve başarı odaklı revizyonları artıracaktır. Türkiye’de felsefe bölümleri de kendilerini fikri bir pazarın failleri gibi görmüyorlar, buna inanmıyorlar, felsefenin “alıcısı” olamayacağını düşünüyorlar, hatta bunu, yani olması gereken şeyi “felsefenin piyasası mı olur?” diyerek yadırgıyorlar. Tabi bu konuları anlamak ve tartışmak için eğitim tarihi bilmek gerekiyor. Benim perspektifim bu. Sanırım böyle bir perspektif ortaya koyunca devamının nasıl geleceğini anlamak zor değil. Tabi söylediklerim eleştiriye ve tartışmaya açık konular.
Mevcut duruma dair genel olarak şunu söyleyebilirim: Felsefe bölümleri çok üretici değil. İdeolojik tutumlar, akademik kaygılardan daha ön plandaymış gibi görünüyor. Bunu kategorik olarak yanlış görmüyorum tabi ama bu durum, akademik çalışmaları kısırlaştıracak şekilde yaygınsa o zaman ciddi bir sorun var demektir. Daha da önemlisi kurumlar ve kişiler, yaptıklarının sonuçlarından sorumlu olmalılar; başarıyı ve başarısızlığı tatmalılar. Oysa Türkiye gibi merkeziyetçi yapılarda failler, en kötü tercihleri yapsalar bile kendilerini sorgulama ihtiyacı duymuyorlar. Hocalar kürsülerde oturuyor, devlet (Çin’de bile olmayan, sadece Kuzey Kore’de olan şekilde) yüzde yüz finans desteği sağlıyor, akademik mobilizasyon sağlanamıyor, ama başkalarının zihinsel deneyimlerini tekrarlamaktan öteye geçen özgün bir düşünce ortaya çıkamıyor. Ben de bu süreçlerin bir parçasıyım ve kendimi de bu nedenle genel olarak başarısız buluyorum. Buna rağmen büyükşehirlerdeki bazı özel üniversiteler felsefe bölümleri olarak daha başarılı görünüyor. Bir de her zaman kurumsal akademia içinde sistemi ayakta tutan başarılı bireyler oluyor. Bunun, bizim ülkemizde durum daha olumsuz olsa da bütün dünyada aşağı yukarı böyle olduğuna inanıyorum. Bu nedenle çok karamsar değilim. Bu konularda maksimalist tutum takınmanın doğru olmadığını, ama sorunu dillendirmekten kaçınmamak ve eleştirileri sıralamaktan geri durmamak gerekir.
İkinci bir husus da Türkiye’de güçlü bir felsefi geleneğin oluşturulamaması. Türkiye’deki tek geleneğin, 1933’de hocaların tasfiye edilmesinden sonra Hans Reichenbach ve Ernst von Aster’le başlayan İstanbul Üniversitesi Felsefe bölümündeki bilimsel felsefe geleneği olduğunu söyleyebiliriz, ama bunun karşısında önceleri, kurumlara eşit erişimin siyasal olarak engellenmesi nedeniyle güçlü bir muhalif gelenek oluşamadı. Bu arada bilimsel felsefe tüm dünyada giderek güç kaybetti; daha ılımlı bir analitik ve kritik yöntem güç kazanırken Türkiye, bu değişimi takip edemedi. İyimser bir dil kullanmak gerekirse geriden ve düşük nitelikle takip etti demek daha doğru olur. Teo Grünberg gibi Batı akademisi ile senkronize çalışmalar yapan akademisyenlere itibar edilmedi. Bu olumsuzluklar, kanaatimce, aslında felsefi düşüncenin rakip birçok geleneğin karşılaşmasıyla daha etkili bir şekilde yürütülebileceği konusunda bir inancın; ortak eğilimin olmamasından kaynaklanıyor. Felsefe, tarihsel deneyim içinde hep bu şekilde gelişmiştir. Türkiye’de bu eğilim yok: tartışmadan, hesaplaşmadan, yüzleşmeden ve odaklanmadan felsefe yapılabileceği düşünülüyor.
Felsefi düşüncenin gelişmesi için ifade özgürlüğüne ve tartışma adabına ihtiyaç var. Daha da öncesinde başkalarının yazdıklarına saygı duymak gerekir. Türkiye’de yüzleşmemek, kayıtsız kalmak, görmemezlikten gelmek ve yabancı kaynaklarla yetinmek daha çok tercih edilen bir tutum. Düşünce dışarıdan beslenmeden gelişemez ama yakınlarda yazılanlara itibar etmeden da gelişemez, çünkü felsefe bir muhit işidir. Özgür muhitler yoksa fikirler de yoktur. Oysa bizim akademiada geliştirici, yani negatif anlamda bir özgürlük iklimi yok; daha ziyade dışlayıcı bir pozitif özgürlük tarzı var.
Eleştirel atıf geleneği oluşturmamız gerekiyor. Bunun böyle olduğunu kendimden biliyorum, genç bir akademisyenken ben de böyle yapıyordum, kendimi bir geleneğin parçası olarak hissetmiyordum, böylelikle birçok belayı defettiğimi düşünüyordum, ama bu tutum bir iklim oluşmasını engelliyor. İklim yoksa hasat da yok. Şimdi kendimi ılımlı analitik gelenek içinde görüyorum. Ama mahalle dağınık ve etkisiz görünüyor; diğer muhitlere nazaran bir nebze iyi olsa da.
Türkiye’deki felsefi geleneğe atıfta bulunmuşken felsefi gelenek meselesini de daha açmak isterim. Bugün seksen civarında felsefe bölümü ile bir o kadar İlahiyat ve İslami İlimler fakülteleri bünyelerinde felsefe çalışan akademisyenler var. İlahiyatta felsefe olur mu gibi tartışmaları bir kenara bırakarak yaklaşık 160 kurumda felsefe çalışmalarının yürütülüyor olması, iyi akademisyenler çıkması ihtimali göz önüne alınırsa inanılmaz bir imkân. Fakültelerde belirli felsefi geleneklerin oluşmaya başladığını düşünüyorum. Bilimsel gelenek, kıdemli hocalar arasında yaygın. Post-modern gelenek hatırı sayılır ölçüde baskın. Analitik gelenek de sert (Russell, Carnap, Quine çizgisi) ve ılımlı (Chisholm, Wittgenstein, Popper, Plantinga gibi) kanat olarak ikiye ayrılırsa ılımlı gelenek, İlahiyat ve İslami ilimlerde güçlü görünüyor. Bunda İlahiyat fakültelerindeki felsefe müfredatlarının temelini atan Hilmi Ziya Ülken, Hamdi Ragıb Atademir ve Mehmet Karasan hocaların etkileri var tabi.

(TB): İzninizle uzmanlık alanınıza dair sorular sormak istiyorum. Çağdaş Epistemoloji’nin mevcut problemleri nelerdir? 
(HYB): Epistemolojide çağdaş dönemde doğruluk koşulları araştırması, ikincil plana geriledi. Descartes’la başlayan bireysel epistemoloji, yerini daha sosyal bir epistemolojiye doğru bırakıyor. Bu aslında uzun bir hikâye ve Platon’a kadar geri gidiyor. Platon, Sofistlere karşı bilmek algılamaktan daha fazla bir şeydir dediğinde bilgi sorunu felsefenin kalbine yerleşmiş ve algılarımızın bilgiye dönüşmesi için nelere ihtiyaç olduğunu (bu fazla şeyin ne olduğunu) uzun uzun anlatıyor ve sonunda bunlardan emin olmamakla birlikte galiba bilgi gerekçelendirilmiş doğru inanç gibi bir şey olmalıdır, diyordu, bilgelik aşkıyla.  
Platon’dan beri, Descartes’la ve Kant’la yaşanan kırılmalar da dahil olmak üzere bilme bireysel bir faaliyet olarak görüldü. Kim daha fazla epistemik süreçlere riayet etmişse o oranda bilgi ortaya çıkar: Bu bireysel epistemolojinin temel kabulüydü. Oysa gönümüzde geleneksel epistemoloji, doğruluk koşulları, sağlam dayanaklar, epistemik ilkeler ve temeller gibi sorunlardan ziyade bilginin bellek dışında depolanması ve taşınması, yapay zeka, karmaşık işlemleri iki saniyede çözen bilgisayarlar, insan zihninin cep telefonları başta olmak üzere başka yollarla zihnin dışına doğru taşmış olması, sosyal medya maharetiyle analitik düşünme becerisi ve tutarlılık yerine hızlı ve pratik düşüncenin itibarının artırmış olması, yine sosyal medya yoluyla yazılı kültürden tekrar sözlü kültüre bir dönüşün başlaması gibi bir çok yeni durumla karşı karşıyayız. Yeni dünyada bilginin anlamı kökten değişmiş görünür. Daha ilginç olanı, artık uzunca bir süre bireysel bilme başarıları anlamlı olamayacak ve kurumsal yapılar içinde bilgi anlam ve değer kazanacağa benziyor.
Tabi bu arada bilginin çözümlenmesi, unsurları, kesinlik koşulları, epistemik ilkeler gibi geleneksel sorunlar her zaman olduğu gibi temel tartışma alanları olmaya devam edecek, ama teknolojinin, pratik gerekçelerin, endişelerimiz gibi duygusal yönlerimizin epistemik süreçlere etkileri de tartışmaların bir tarafını oluşturuyor. Ancak daha ilginç olan bir şey var ki epistemolojinin felsefe alanındaki etkisini giderek artırdığı veya artırma eğilimin olduğu da dikkat çekici bir durum. Felsefenin tüm diğer disiplinlerinin, hatta tüm felsefi çabanın bir epistemik inşa süreci olduğu ve bu nedenle artık epistemolojinin sırf kendi problematiğine sıkışmış bir alandan olmaktan çıkıp ahlak epistemolojisi, siyaset epistemolojisi, sanat epistemolojisi, dini epistemoloji, şiddet epistemolojisi, hatta pazarlama ve finans epistemolojisi gibi diğer felsefi alan ve problemlere doğru genişleyen bir yönü olduğunu görüyoruz. Felsefi disiplinleri trendleri belli dönemlerde düşer ve yükselir. Bu trend, çağdaş felsefede epistemolojinin lehine işliyor gibi görünüyor.

(TB): 4.soruya verdiğiniz cevaba göre çağdaş epistemoloji ile ilgili bir soru ekleyeceğim hocam. Bu durumda geleneksel epistemolojinin işlevini ve önemini kaybettiğini mi düşünüyorsunuz?
(HYB): Bugünün dünyasında karşımızda yeni sorunlar, yeni enstrümanlar var ve bunlar bizim zihin dünyamızı da değiştiriyor ve dönüştürüyor. Çağdaş epistemoloji, birçok yönüyle Platon’a gönderme yaparak geleneksel epistemolojinin temel kavramlarına, yaklaşımlarına ve kuramlarına kaynaklık ediyor, ama bilgi sabit, durağan bir şey değil. Bilgi üretme mekanizmaları da sabit ve durağan değil. Yani bilgi dediğimiz şey, epistemolojiden bağımsız bir şekilde değişen ve dönüşen bir şey, değişmeyen bilgiden bahsedilemez. Burada değişen (o her neyse) hakikat/gerçeklik değil, bazı şeylerin ehemmiyeti zamanla ortadan kakıyor ve daha önemli şeyler eskisinin yerini alıyor. Perspektiflerin değişmesi ve çeşitlenmesi, bilginin inşa süreçlerini de etkiliyor. Bu nedenle çağdaş epistemolojinin, önemini kaybetmese bile işlevini kaybettiği ve biçim değiştirdiği bir gerçek; kökleri geleneksel epistemoloji olsa bile.
Çağdaş epistemoloji, Gettier’in 1963 yılında yazdığı meşhur “Is Knowledge Justified True Belief?” makalesine dayandırılır. Tabi onun da Russell ve Hintikka’dan etkilendiği söylenir. Gettier tarzı örnekleri ilk olarak Hintikka ortaya atmıştır. Ama bugün Hintikka ve Gettier tartışmaları bile çok anlamlı değil. Tabi ki hala felsefenin sert ve temel kısmını onların epistemik senaryoları oluşturuyor ama artık bu senaryoların neresinde açıklık olduğunu aramanın çok ötesinde sorunlarla karşı karşıyayız. Yapay zeka, mekanın epistemik süreçlere etkisi, geleneksel bireysel yeteneklerin (doğaya, bitkilere ve hayvanlara dair bilgi ve becerilerimizin) şehir hayatında kaybolması ve onların yerine (teknoloji kullanımı, sanal oyunlar, moda takibi, kültür aktiviteleri gibi) yenilerinin geçmesi, muhtemelen düşünme ve zihin süreçlerimizi de etkiliyor. Dolayısıyla bu tür tartışmalar, epistemolojini seyrini değiştiriyor ve belirliyor.
Nitekim Gettier tartışmaları yaklaşık 40 yıl sürdü. 2002’lerden itibaren epistemolojideki derinlemesine analizlerin bizi bir yere götürmediğine karar verildi ve yeni epistemolojik trendler, ta o zamanlardan ortaya çıkmaya başladı. Ama o zamanlarda teknolojik yeniliklerin derin etkisi bugünkü kadar hissedilir değildi. Bugün insanlar, tartışan makinalardan (yapay zeka diyelim) ve biyonik askerlerden bahsediyor. Teknik, felsefenin ötesine geçmiş görünüyor ve yeni tekniğin bir felsefesi, buna göre kurgulanmış bir ontolojisi ve epistemolojisi de yok görünüyor. Bu nedenle epistemoloji, bilme süreçlerindeki pratik unsurları daha ön plana çıkarma eğiliminde ki bu şekilde kendini geride bırakan teknolojiye karşı bir itibarını koruma mücadelesi veriyor.

(TB): Epistemolojide birçok alt yaklaşımı olmasına rağmen içselcilik ve dışsalcılık yaklaşımları genel bir ayrım olarak kabul edilir. Bu yaklaşımlardan hangisi size daha makul görünüyor, neden?
(HYB): Esasında bunun cevabını bir üst soruda vermiş oldum. İçselcilik, bilme süreçlerini tamamen salt zihinsel süreçlerle açıklama eğiliminde iken dışsalcılık, bilme süreçlerinden epistemik olmayan zihin dışı etkenlerin olduğunu ileri sürüyor. Dışsalcılık, tam da bir önceki sorunun son paragrafında söylediğim gibi mekanı, faydayı, işlevi, beklentiyi, etkileşimi, kişisel becerileri epistemik inşa süreçlerinin önemli parçası olarak görüyor. Yani kısaca içselcilik bugünlerde fevkalade demode, ama bu bizi aldatmasın, bir bakarsınız ki hepimizin zihni sağlam, apaçık, delillerle inşa edilen bir önermeler yığınından başka bir şeyin bilgi olamayacağı konusunda bizi ikna edebilir. İşte felsefe böyle bir şeydir: Hep yolda olmak. 

(TB): Dergi olarak çalışmalarınızı uzun zamandır yakından takip ediyoruz ve dergimiz hakkında ne düşündüğünüzü merak ediyoruz açıkçası. Bize yönelik eleştiri ve tavsiyeleriniz ne?
(HYB): Başta da söyledim, benim de parçası olduğum akademik ortodoksiye güvenmiyorum: aşırı merkeziyetçi ve devletçi. Ben başarının, adil rekabet ortamlarında gönüllü sivil iş birliği ile olacağını düşünüyorum. Aksini başarı gibi görünse bile başarı olmadığına inanıyorum. Kant’ın deontolojisinden hiç haz etmem ama biraz deontolojik bir yargı oldu, biliyorum, ama Betrand Russell, Robert Nozick, Tom Reagan, Peter Singer, McTaggart çeviriyorsunuz ve bunları bir çırpıda okuyucunun önüne koyuyorsunuz. Metin seçimleri ve çeviriler çok iyi. Yaptığınız işleri kişisel ihtiraslara dönüştürmediğiniz sürece çok büyük kazanımlar elde edeceğinizi ve bu arada felsefe dünyasını zenginleştireceğinizi çok iyi biliyorum.  Bu röportajı yapan sevgili Taner’i ideolojik olarak motive edecek bir şey söyleyeyim: Devrimi siz ve sizin gibi emekçiler yapacak.
Prof. Dr. Hasan Yücel Başdemir
Prof. Dr. Hasan Yücel Başdemir’in yayınlanmış bazı akademik çalışmaları ve kitapları:
  • Hasan Yücel Başdemir (2017), Ahlak ve Siyaset, Ankara: Liberte Yayınları.
  • Hasan Yücel Başdemir (2011), Çağdaş Epistemolojide Bilginin Tanımı Sorunu, Çorum: Hitit Kitap.
  • Hasan Yücel Başdemir (2009), Liberalizm: Ahlaki Temeller, Ankara: Liberte Yayınevi.
  • Hasan Yücel Başdemir (çevirmen ve editör) (2011), Epistemoloji: Temel Metinler, Çorum: Hitit Kitap.
  • Hasan Yücel Başdemir (editör) (2011), Türkiye’de Laiklik ve Din Özgürlüğü, Ankara: Liberte Yayınları.
  • Buğra Kalkan, Hasan Yücel Başdemir (editör) (2017), Siyasi İdeolojiler, Ankara: Adres Yayınları.
  • Hasan Yücel Başdemir, Nebi Mehdiyev (çeviri editörü) (2017), Paul K. Moser (editör), Oxford Epistemoloji El Kitabı, Ankara: Adres Yayınları.
  • Hasan Yücel Başdemir (2016) (Türkçe Yayın Editörü), Routledge Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Ankara: Adres Yayınları.
  • Hasan Yücel Başdemir (çeviri editörü), Robert Audi, Epistemoloji: Bilgi Felsefesine Çağdaş Bir Giriş, Nobel yayıncılık.
  • Hasan Yücel Başdemir (2007), “Ahlak Metafiziği”, Teorik ve Pratik Yönleri İle Ahlak, ss. 49-65, İstanbul: DEM Yayınları.
  • Hasan Yücel Başdemir (2011), “Milli Laiklik ve Din Özgürlüğü: Türkiye’de Laikliğin Kurumsallaşmasının Önündeki Engeller”, Türkiye’de Laiklik ve Din Özgürlüğü, Editör: Hasan Yücel Başdemir, ss. 87-114, Ankara: Liberte Yayınları.
  • Hasan Yücel Başdemir (2012), “Gettier ve Bilginin Tanımı Sorunu”, Bilgi Felsefesi, haz.: A. Kadir Çüçen, ss. 110-118, Bursa: Sentez Yayınları,
  • Hasan Yücel Başdemir (2013), “Fundamentalizm”, Türkiye’de ve Dünyada Siyasi İdeolojiler, editörler: Ömer Çaha, Bican Şahin, ss. 511-558, Ankara: Orion Yayınları.
  • Hasan Yücel Başdemir (2015), “Bir Arada Yaşamanın İlkeleri”, Birlikte Yaşamak, ed.: Ahmet Kavlak, Muhammet Enes Kala, ss. 43-58, Ankara: Hece Yayınları.
  • Hasan Yücel Başdemir (2016), Aristoteles: Siyaset Biliminin Doğuşu” Siyasal Düşünceler Tarihi, editörler: Hamit Emrah Beriş, Fatih Duman, ss. 131-169, Ankara: Orion Yayınları.
  • Hasan Yücel Başdemir (2017), “Fundamentalizm”, Siyasi İdeolojiler, Ankara: Adres Yayınları (B4’ün güncellenmiş şeklidir).
  • Hasan Yücel Başdemir (2017), “İslamcılık”, Siyasi İdeolojiler, ss. 238-261, Ankara: Adres Yayınları.
  • Hasan Yücel Başdemir (2016), “Islam and Politics Today: The Reasons for the Rise of Jihadism”,Islamic Foundations of a Free Society, ss. 129-152, London: The Institute of Economic Affairs (IEA)
  • Hasan Yücel Başdemir (2001), “Bireysel Hürriyet Düşüncesi ve John Stuart Mill”, Liberal Düşünce, sayı, 24, ss. 123-137.
  • Hasan Yücel Başdemir (2003), “Thomas Aquinas’ta Tanrı Tasavvuru”, Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 3, ss. 103-122.
  • Hasan Yücel Başdemir (2005), “İskoç Aydınlanma Etiği: Hutcheson, Hume ve Smith”, Liberal Düşünce, ss. 27-44.
  • Hasan Yücel Başdemir (2009), “Gettier ve Bilgide Şans Unsuru”, Felsefe Dünyası, sayı 50, ss. 121-140.
  • Hasan Yücel Başdemir (2009), “Optimum Değerler Olarak Laiklik ve Din Özgürlüğü”, Liberal Düşünce, sayı: 55, ss. 23-40.
  • Hasan Yücel Başdemir (2010), “Gerekçelendirme, Epistemik Seviyeler ve Kesin Bilgi: Farabi ve Chisholm Karşılaştırması”, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı 17, ss. 41-68.
  • Hasan Yücel Başdemir (2011), “Din Dersleri ve Aleviliğin Aktarılması”, Liberal Düşünce, sayı 63, ss.59-72.
  • Hasan Yücel Başdemir (2012), “Türk Eğitim Sisteminin Yapısal Sorunları ve Bir Öneri”, Liberal Düşünce, sayı 67, ss. 35-52.
  • Hasan Yücel Başdemir (2013), “İslam ve Özgürlük: Negatifçi ve Pozitifçi Yaklaşımlar”, Liberal Düşünce, sayı 69-70, ss. 29-56.
  • Hasan Yücel Başdemir (2014), “İslam Tarihinde Neden Özgün Bir Siyasi Düşünce Gelişemedi?”, Liberal Düşünce, sayı: 73-74, ss. 93-103.
  • Hasan Yücel Başdemir (2016), “Sosyal Epistemolojide İnançları Statüsü Sorunu”, Kutadgu Bilig Dergisi, sayı: 32, ss. 257-274.
  • Hasan Yücel Başdemir(2016), “Ezoterik Grupların Epistemolojisi”, Liberal Düşünce, sayı: 83, ss. 75-90.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

KLASİK MANTIKTA KIYASIN MODALİTESİ: MOD VE ŞEKİLLER

ARİSTOTELES VE MARTİN HEİDEGGER’DE VARLIK KAVRAMI

ŞÜPHE