DİNİ CEMAATLER SİVİL TOPLUM ÖRGÜTÜ MÜDÜR?

Hasan Yücel Başdemir
Sivil toplum devletin yetki ve sorumluluklarını üzerine alan devletin dışındaki barışçıl faaliyet ve organizasyonların tümünü ifade eder. Genel olarak bu şekilde tanımlanmasına rağmen dini cemaatlerin sivil toplum kabul edilip edilemeyeceği çoğu zaman tartışma konusu yapılmaktadır. Hatta bazen dini cemaatlerin, kapalı ve içe dönük olmaları yanında kendi başına karar alamayan bireylerden oluşan yapıları olduğu nedeniyle sivil toplumun gelişmesine engel olduğu ileri sürülmektedir. Bu iddialara dayanarak dini cemaatlerin sivil toplumu temsil etmedikleri ileri sürülmektedir. Bu yaklaşımlar doğru mudur? Dini cemaatlere sivil toplum kuruluşu diyebilir miyiz? Sivil toplumun ne olduğu ve neler yaptığı üzerinden bu tartışmayı sürdürmek mümkündür.
Demokrasi kültürü hakkında konuşulmaya başlandığında genellikle Türkiye’de sivil toplumun gelişmediği ve bunun nedeninin de özgürlükler ve demokrasi konusunda yeterli tarihsel deneyime sahip olmadığımız söylenmektedir. Gerçekten de demokrasi kültürü ve özgürlüklerin gelişmesi, sivil toplumun gücüne bağlıdır. Ancak sivil toplumun güçlenmesinin önünde iki önemli engel vardır. Birincisi, şiddet ve güvensizlik ortamının olması, ikincisi ise devletin bireysel ve toplumsal hayatın tümüne kuşatıcı bir şekilde hâkim olmasıdır.
Rekabetin barışçıl ve güvene dayalı olmadığı toplumlarda sivil toplum gelişemez. Bu, üzerinde konuşulması ve düşünülmesi gereken önemli bir sorundur. Fakat bu çalışmada daha ziyade ikinci durum üzerinde durulacaktır. Yani barışçıl rekabet ortamı potansiyeline sahip olmakla birlikte devlet faaliyetinin sınırlarının geniş olduğu yerlerle ticaret, eğitim, sağlık gibi temel hizmet alanları yanında demokrasi kültürü ve özgürlüklerin gelişmesinin de güç olduğu üzerinde durulacak ve devletin sorumluluklarını ticari kuruluşlar ve dini cemaatlerle paylaşmasının önemi ve gerekçeleri ortaya koyulacaktır. Devlet faaliyetinin genişlemesi, sivil toplumun gücünü ve etkisini azaltır; daha da önemlisi geçmişteki deneyimlerle oluşturulmuş toplumsal bir hafıza olan sivil toplumun sahip olduğu bilginin unutulmasına ve devlet dışı organizasyon kabiliyetinin ortadan kalkmasına neden olur. Bu açıdan sivil toplum ile devletin faaliyet alanı arasında ters orantı vardır.
Sivil toplum geliştikçe devletin faaliyet alanı daralır. Bu daralma, devletin vatandaşlarına karşı üslenmiş olduğu sorumluluklarını sivil organizasyonlara devretmesi anlamına gelir. Bu durum, bir taraftan devletin asli sorumluluklarına yönelmesine; denetim ve suçları takip konusunda daha verimli çalışmasına neden olurken diğer taraftan toplumdaki beklentilere uygun hizmetlerin rekabet halindeki bilgi ve araçlarla daha yetkin bir şekilde sunulmasını mümkün kılar.

SİVİL TOPLUM NEDİR?

 “Sivil toplum” kavramının tarihi ile ilgili birçok tartışma yürütülmektedir. O, genellikle teknik bir ifade olarak alınır ve bunun, modernite ile birlikte ortaya çıkan bir olgu olduğu ile sürülür. Bu bakış, sivil toplumun tarihini geçtiğimiz 50-60 yılla sınırlamaktadır. Bazen onun feodalitenin son bulmasıyla ilişkili olduğu bazen de Sovyetler Birliği’nin dağılması ve ondan sonra piyasa ekonomisini benimseyen ülkelerdeki süreci tanımlamak için kullanıldığı ileri sürülür.
Teknik kullanımıyla “sivil toplum” ifadesinin tarihi Thomas Hobbes ve John Locke’a kadar geri gider. Locke, sivil topluma oldukça geniş bir anlam vermiştir. Ona göre doğal durumdan çıkmış ve haklarının bir kısmını kamuya devretmiş olan insanların oluşturmuş olduğu bir toplumda her nerde belli bir amaç için bir araya gelmiş insan varsa orada sivil toplum vardır. Bir kamu otoritesinin kurulmasından sonra doğal durum sona erer fakat insanlar doğal durumda yaptıkları birçok şeyi devam ettirirler. Sözleşmeden sonra kamu dışında yürütülen faaliyetler, sivil toplumu ifade eder.[1]
“Sivil toplum” kavramının bir soy kütüğe ihtiyacı yoktur. Kamu otoritesi dışında belirli bir amaç için bir araya gelmiş insanların oluşturduğu gönüllü organizasyonların tümüne sivil toplum adı verilir. Ticari şirketler, dini cemaatler, Kiliseler, hemşeri dernekleri, engelli dernekleri, işçi sendikaları, meslek örgütleri, kadın hareketleri, spor ve müzik kulüpleri, yardımlaşma ve eğitim dernekleri ve belki en önemlisi aileler gönüllü olarak kurulan sivil yapılardır. Bu açıdan sivil toplum, kamu otoritesi dışında örgütlenmiş her türlü faaliyetin adıdır. Onların amacı, kamu otoritesinin tek başına veya tek bir merkezden çözmeye çalıştığı sorunları daha fazla imkâna ve bilgiye sahip olan ve sorunları daha iyi bilen kişilerin oluşturduğu işbirlikleri ile çözmektir.
Locke’un metaforundan hareket edersek doğal durumda bireyler ve onların oluşturduğu bazı gruplar vardır. Doğal durumda birey ve grup ilişkileri, sahip olunan bazı haklardan vazgeçilmesini gerektirecek şekilde karmaşık hale gelir. Bu karmaşanın ortaya çıkardığı şiddet durumlarını engellemek amacıyla yapay bir organizasyona ihtiyaç duyulur. Bu organizasyon, devlettir ve devlet, sözleşme yoluyla bireylerin haklarının bir kısmını devralır. Sözleşme sonucu ortaya çıkan devletin asli görevi, muhtemel menfaat çatışmalarını engellemek ve bireylerin yaşama hakkı, mülkiyet hakkı ve özgürlükleri başta olmak üzere haklarını korumaktır. Doğal durumda sınırsız özgürlüğe sahip olan bireyler, devletin oluşmasıyla yeni bir toplumsal statüye de sahip olurlar: vatandaşlık. Vatandaş, haklarının bir kısmını kişisel menfaatlerini koruması karşılığında devlete devretmiş ve kanunla sınırlanmış olan bireylerdir. Ancak onlar, bütün sorumluluk ve ilişki biçimlerinden (bireyselliklerinden) feragat etmiş değillerdir, hala doğal durumdaki faaliyetlerinin çoğunu sürdürürler. Doğal durumdakinden farklı olarak bunu bireyler olarak değil vatandaşlar olarak sürdürürler yani üzerlerinde bazı kanuni sınırlamalar vardır. Lockeçu anlamıyla sivil toplum, kanuni sınırlamalara tabi olarak faaliyet yapan her türlü devlet dışı gönüllü faaliyetin adıdır.
Gönüllü organizasyonların içyapılarının demokratik olması, şeffaf olmaları, hiyerarşik olmamaları gibi ön koşulları yoktur. Bir ailenin, ticari şirketin ya da dini cemaatin içyapısının hiyerarşik olup olmaması, onun sivil toplum olup olmadığını değerlendirmek için yeterli değildir. Sivil toplum olmanın ilkeleri basittir. En önemli ilke, organizasyonun gönüllü olmasıdır. Bireyler, gönüllü olarak hiyerarşik yapılar içinde yer alabilirler. Burada sadece kamu otoritesinin ve diğer insanların gönüllülüğü denetleyebilme süreçlerinin açık olması ön koşul olarak ileri sürülebilir. Ayrıca sivil toplumun içe kapalı olmasından daha kötü olan şey, devletin içe kapalı olmasıdır. Çünkü cemaatlerin alternatifleri vardır ama kamu otoritesinin alternatifi yoktur. Diğer ilke ise şiddet ve başkalarının menfaat ve özgürlüklerine zarar vermek için bir araya gelmemiş olmaktır. Bu, sivil toplumu suç örgütünden ayırır.
İnsanlar, hayatlarını kolaylaştırmak ve günlük işlerini yürütmek için bir araya gelirler ve bir amaç etrafında faaliyet yaparlar. Bu şekilde oluşmuş her türlü birlikteliğe sivil toplum adı verilir. Dini cemaatler, bu nitelikleri taşıdıkları sürece sivil toplum örgütüdürler. Dini cemaatleri siyasal organizasyondan ayırmanın en iyi yolu, onlara toplumsal faaliyet alanı açmaktır. Başka ifade ile devletin bazı kamu hizmetlerini cemaatlerin yapmasına imkân tanımasıdır.
Türkiye’deki dini cemaatlerin çok büyük kısmının bu özellikleri taşıdığı açıkça ortadadır. Bazen tikel örneklere dayanarak dini cemaatlerin aslında böyle olmadığı ileri sürülmektedir. Ancak bu tür örnekler devlet de dâhil olmak üzere şirketler, spor kulüpleri veya insan hakları örgütleri için de mümkün olabilir. Bu nedenle dini cemaatlerin olumsuzlukları, sivil toplum kabul edilmeyişlerine gerekçe yapılamaz. Onlar, ticari kuruluşlar ve aileden sonra en önemli sivil organizasyonlardır.

DEVLET VE SİVİL TOPLUM İLİŞKİSİ: SORUMLULUKLAR

Sivil toplumun varoluş amacı, ihtiyaçları karşılamak, menfaatleri korumak ve amaçları gerçekleştirmek gibi insani beklentilere uygun faaliyetler yapmaktır. Ancak biz, devletin de benzer faaliyetler yürüttüğünü görür ve hangi koşullarda bunları devletin veya sivil toplumun yapmakla mükellef olduğunu sorgularız. Bu konuya iki temel yaklaşımdan bahsetmek mümkündür: 1. Devletçi bakış 2. Liberal bakış.
Devletçi bakış, biri ılımlı diğeri katı iki yaklaşıma dayanır. Tüm faaliyetlerin devlet eliyle yürütülmesi gerektiği ve sivil toplumun yıkıcı olduğu şeklindeki totaliteryen bakış, aşırı devletçidir. Devlet, bireyin ve toplumun her türlü ihtiyaç ve beklentilerine karşılık vermekle yükümlüdür. Liberal bakış ise devleti bir gece bekçisine benzetir. Onun tek işlevi, sivil toplumun işleyişini engelleyen durumlara müdahale etmek ve onun önünü açmaktır. Devlet, minimum seviyede sınırlayıcı olan kanunların uygulayıcısıdır ve bu kanunlar bireyleri korumak ve gönüllü faaliyetleri sürdürmek için ihdas edilir. Bu nedenle meşru kanunlar sivil topluma sınırlama getirmez sadece şiddeti engellemek, faaliyet önceliklerini belirmek gibi nedenlerle tesis edilirler.
Ilımlı devletçilikte eğitim, sağlık, taşımacılık, güvenlik gibi sektörlerde devletin bu süreçlerin en üst seviyede parçası olması istenir. Liberal perspektifte ise beklenti, tam tersinedir. Bu alanların dışında kaldığı sürece devlet, asli sorumluluğunu yerine getiriyor demektir. Sivil toplum, ihtiyaç duyulan her alanda faaliyet gösterir ancak onların organizasyon kabiliyetini aşan durumlarda kamu otoritesi devreye girer. Bu açıdan sivil toplumun çalışma alanları eğitim, sağlık, güvenlik, ticaret, sanayi, spor, eğlence, sanat başta olmak üzere insan hayatının tüm yönlerine uzanır.
Devletin bu alanlarda faaliyet göstermesi, sivil toplumu zayıflatır. Türkiye örneğinde olduğu gibi bu alanların bir kısmında devlet ve sivil toplum birlikte çalışır. Fakat bu durum, çoğu zaman sivil kuruluşların devletle rekabet edememesine ya da devlete angaje olmasına yol açar. Arzu edilen şey, devletin bu alanlardan mümkün olduğunca çekilmesidir. Sivil toplumun gelişmediği yerlerde tüm toplum hizmetleri tek bir merkezden yürütülür. Bu durum, hem rekabeti azaltarak hizmet maliyetlerini artırır hem de bize her türlü hizmeti veren kamu otoritesinin bizden her şeyimizi alacak kadar güçlü olmasına yol açar. Kamu otoritesinin bu oranda güçlü olması, vatandaşlar üzerinde belirlemelerde bulunmasına ve bu şekilde otoriter devletin oluşmasına yol açar. Bu açıdan sivil toplumun güçlü olması, özgürlüklerin de gelişmiş olduğuna işaret eder.
Dini cemaatler, ticari kuruluşlar ve aileden sonra en güçlü sivil toplum örgütleridir. Ticari amaçtan daha ziyade yardımlaşma esasına dayanan dini cemaat faaliyetleri, gönüllülük ve manevi sorumluluk gibi nedenlerle verimli sonuçlar ortaya çıkarır. Dini cemaatlerin sosyal faaliyetlerinin temel güdüsü, “dine hizmet etmek” olmakla birlikte bu faaliyetlerin ortaya çıkardığı sonuçlar, toplumun tüm alanlarına hizmet eder. Şu örnek üzerinden düşünelim. Üniversiteyi kazanan bir genç, parasal imkânlarının elvermemesi nedeniyle bir dini cemaatin yurdunda kalmayı tercih ediyor. Burada ücretsiz veya piyasanın çok altında bir ücretler kalması, aslında dolaylı olarak dini eğilimleri olmayan diğer öğrencilerin daha ucuz hizmet almasına neden olur. Çünkü yurtlara talebin azalması hem arzı düşürecek hem de pazarlık imkânını artıracaktır.
Sivil toplumun faaliyet alanını genişletmesi, bireysel özgürlüklerin de artmasına neden olur. Ticarette ve dini alanda devlet dışı faaliyetlerin artması, özgürlüklerin de arttığının göstergesidir. Sovyetler Birliği’nde sivil toplum yoktu. Bu nedenle özgürlükler de yoktu. Aynı zamanda orada serbest ticaretin ve dini faaliyetlerin de yasak olduğunu biliyoruz. Yine sivil toplumun olmaması, devletin anlamsız yasaklarına karşı koyacak sivil güçleri de ortadan kaldırır ve devletin keyfi kanunlar koyarak özgürlükleri sınırlamasına neden olur. Ancak devletçi bakışın bu eleştiri karşısında ortaya koyacağı temel itiraz, işçi sendikalarının devlet karşısında bireylerin haklarını koruyacağıdır. Fakat sivil toplumu, memur ve işçi sendikaları ile özdeşleştirmek oldukça hatalıdır. Çünkü bazı sivil kuruluşlar, sivil toplum olarak iş görmezler.

DEVLETE BAĞLI SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI

Devlete bağlı devlet dışı organizasyonlar, genel literatürde “governmental non-governmental organization” ifadesinin kısaltması olarak GO-NGO diye ifade edilir. Bunu Türkçede “devlete bağlı sivil toplum kuruluşları (DB-STK) şeklinde ifade edebiliriz. Bunlar devlete bağlı olmakla birlikte sivil toplum kuruluşlarının çalışma şekillerine göre faaliyet yürüten kuruluşlardır. Türkiye’de TOBB, Şoförler Odası, Esnaf ve Sanatkârlar Odası, Diyanet Vakfı ve diğer sanayi ve ticaret odaları başta olmak üzere birçok meslek kuruluşu, hükümetlere bağlı olarak çalışan STK’lardır.
Sivil toplum örgütleri, devletle birey arasında aracı kurumlardır. DB-STK’lar da genellikle STK’lar ile devlet arasında aracı kurumlar olarak çalışır. Ancak bunlar, çoğu zaman özel ayrıcalıklara sahip olurlar. Bu ayrıcalıklar, onları rekabet koşullarının dışında tutar ve sivil topluma rakip hale getirir. Bu nedenle bunlara tam olarak sivil kuruluşlar denemez. Bunlar, yarı sivil toplum kuruluşlarıdır (semi-STK). Diğer taraftan Türkiye’de bazı sivil kuruluşlara “kamu yararına çalışan dernek ve vakıflar” nitelemesi ile açık bir özel statü verilmiştir. Bu niteleme, açıkça sivil toplum düşüncesi ile çelişir çünkü tüm STK’lar kamu yararı için çalışan örgütlerdir. Üçüncü olarak bazı dermek ve vakıflar ise devleti vatandaşlara karşı savunma veya hükümet politikalarını meşrulaştırma görevini gönüllü olarak üzerine alır. İşçi ve memur sendikaları ile ADD ve ÇYDD gibi dernekler, bu statüdedir. Bunlar gönüllü kuruluşlar olmalar nedeniyle sivil toplumun niteliklerini taşırlar. Fakat bu derneklerin geçmişte belirli faaliyetleri yürütmek için devletten özel ödenekler almaları ve sendikaların üyelerine devletin ilave aylık ücret ödemesi (şuanda aylık 15 TL) gibi durumlar, devlet ile sivil toplum arasındaki ayrımı zedelemektedir.
Türkiye’de varolan diğer bir tür STK ise Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı adıyla valilikler bünyesinde faaliyet gösteren kurumdur. Bu kurum, tamamen devlete bağlıdır ve yardıma muhtaç olanlara hizmet verir. Ancak Türkiye’de bu kurumun çalışmaları ile ilgili temel sorunlardan biri, muhtaç durumda olmayanlara yapılan yardımlarla ilgili şikâyetlerdir. Bunun gerçekten doğru olup olmadığı özel bir araştırma konusu olmakla birlikte bu alanda çalışan özellikle dini cemaatlerin daha başarılı olduğu çok açıktır. Mahallenin içinden partnerlerle çalışan dini yardım kuruluşları, muhtaç olanları daha kolaylıkla tespit edebilmekte ve hatta hangi tür yardımların ne şekilde karşılanacağı konusunda etkili yöntemler geliştirilmektedir. Örneğin alkol bağımlısı eşlerin ailelerine yapılan yardımlar, denetlenmekte ve onların ailenin ihtiyaçlarını giderecek şekilde kullanılmaları sağlanmaktadır. Oysa devletin bu tür bilgilere erişmesi mümkün olmamaktadır.
Bu tür örgütlenmelere genel olarak devlete bağlı ya da devlet kontrolünde sivil toplum kuruluşları adını vermek mümkündür. Elbette bunların her durumda “kötü” olduğunu söylemek anlamsızdır. Ancak bunlar çoğu zaman gücünü devletten aldığı için STK’lar gibi çalışmazlar ve rekabet koşullarına dâhil olmadıkları için yeterince verimli olmazlar. Hatta bazen sivil faaliyetleri ve özellikle de dini cemaatleri “devlet için zararlı” yapılar olarak görürler. Bu nedenle sivil kuruluşlar, sivil toplumun en büyük “düşmanı” olabilirler. Ayrıca DB-STK’ların faaliyet aşımına girdiği durumlar vardır. Yine bunları tespit etmek için özel bir çalışmaya ihtiyaç olduğu muhakkaktır. Buna rağmen bazı temel noktaları belirlemek zor değildir. Örneğin en önemli faaliyet aşımı, memuriyetlere atanma ve devletin ticari faaliyetlerinden çıkar sağlamak için çalışma yapan sivil kuruluşların haksız rekabet ortamı oluşturmalarıdır. Bu nedenlerle devlet dışı organizasyonların eşit koşullarda çalışması en adil olan yol olacaktır.

SİVİL TOPLUM DEVLETTEN DAHA BAŞARILI MIDIR?

Toplumlar, binlerce yıllık insanlık deneyimlerini içlerinde taşıyan belleklere sahiptir. Bu tarihsel bilgi birikimimiz inanılmaz derecede büyüktür. Bilgi taşımanın bilinen yolu kitap olmakla birlikte sahip olduğumuz bilgilerimiz belki “kitaplara sığmayacak kadar” çoktur. Hasat zamanının gelip gelmediği, kullanışlı bir mobilya seçiminin nasıl yapılacağı, komşularımızla, aile fertlerimizle ve dostlarımızla iyi ilişkilerin nasıl kurulacağı ve daha sayılması mümkün olmayan birçok bilgi, toplumsal bellekte saklıdır. Bunlar dil, davranış biçimleri ve mekânlar üzerinden sürekli başka insanlara ve gelecek nesillere aktarılır. Bu birikmiş yapı iyi, kötü, doğru, yanlış, verimli, verimsiz, can sıkıcı, zevkli, eğlenceli, tatlı, acı, kolay, zor, tehlikeli, zararlı, zehirli, sağlıklı, uzun ömürlü gibi kodlarını saymakta dahi yetersiz kalacağımız niteliklerle etiketlenmiş birçok şeyin bilgisini içinde barındırır. Defalarca tekrarlanmış ve sonuçları görülmüş deneyimler, toplumsal bellekte saklanarak tekrar kullanılacağı zamanı beklerler. Uygun zaman geldiğinde her nerede, kimin yakınlarında saklanıyorlarsa ortaya çıkarak bir soruna çözüm olurlar. İnsanlar, kötülüklerle baş etmenin veya hayatı kolaylaştırmanın yolunu bu deneyimlerle bulurlar.
Toplumsal ihtiyaçların devlet eliyle karşılanmasının en büyük sakıncası, kamu hafızasının bu bilgileri tutacak kadar büyük olmamasıdır. Sivil toplum kuruluşları, binlerce yıllık deneyimleri hafızalarında tutar. Örneğin bir spor kulübü, o sporun bütün geçmiş tecrübesini temsil eder. Muhtemelen onu oluşturan bireyler o sporla ilgili önermesel anlamda olmasa bile pratik olarak başkalarının bilmediği birçok şeyi bilirler. Ticari kuruluşlar, yine tecrübeleri nedeniyle insanların neye ve ne kadar ihtiyaç duyduklarını çok iyi takip ederler. Engelli dernekleri, engellilerin karşılaştıkları sorunları daha doğru tespit edebilir ve daha etkili öneriler ortaya koyabilir. Hayvan hakları hareketleri, hayvanlara karşı yapılan kötü muamelelere karşı mücadele ederken başka bir dernek, göçmen kuşların dinlenme alanları ile ilgili çalışmalar yapabilir. Aile, sağlıklı ve uygun bir hayat sürmenin bilişsel kodlarını ziyadesiyle içinde taşır.
Devletin tüm organizasyonları üzerine alması, aslında bu tarihsel belleği dışarıda tutması anlamına gelir. Devlet hafızası, tüm deneyimleri tek düze hale getirir. O, içinde bulunduğu koşullar açısından kendi işine yarayacak bilgileri ayıklayarak diğerlerini gereksiz bulacak ve onları unutulmaya terk edecektir. Oysa sivil toplum örgütleri, bilgilerin dinamik bir şekilde muhafaza edildiği ve zamanı geldiğinde çözüm olarak kullanılabildiği yapılardır. Devletin sivil toplumu kısıtlaması, sivil toplumun bu bilgileri unutmasına neden olur. Bu da toplumsal hafızanın kaybolması ve sivil organizasyon kabiliyetlerinin kaybolmasına neden olur.  Sivil toplum, zamana ve koşullara göre bilgiyi saklamak için en iyi yapılardır. Onların her faaliyetlerinin anlamlı olmadığını düşündüğümüz zamanlar olabilir fakat onlara ihtiyaç duyduğumuz günler geldiğinde fikrimiz değişebilir.  
Toplumsal bellek, en etkili ve canlı bir şekilde dinsel kodlarda taşınır. Eğitim, zanaat, sanat, adap ve erkân, ahlaki kurallar ve ticari hayatın kuralları dini kodlarda varlığını güçlü bir şekilde sürdürür. Bu nedenle dini cemaatler, toplumsal sorumlulukları üslenmekte en yetkin yapılardır.  



[1] John Locke, Uygar Yönetim Üzerine İkinci Deneme (Sivil Toplumda Devlet), Metropol Yayınları, çev.: Serdar Taşçı, Hale Akman, İstanbul 2002, ss. 75.-79.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

KLASİK MANTIKTA KIYASIN MODALİTESİ: MOD VE ŞEKİLLER

ARİSTOTELES VE MARTİN HEİDEGGER’DE VARLIK KAVRAMI

Hakikat Arayışında Augustinus ve Gazali'nin Yöntemleri ve Görüşlerinin Derlemeci Bir Yöntemle Karşılaştırılması